Ozanlık dediğimiz şey belki gökten zembille inmez; ancak potansiyelin olduğu yerde her zaman bir parıltı da vardır. Genç Nick Cave de henüz yolun başındayken az hovardalık yapmadı, bugün bilindiği kimliğiyle ozan olmadan önce rock’n roll’u en karanlık tonlarıyla yaşadı. Huzurlu bir gençlik yaşamamıştı. Memleketi Avustralya’nın küçük bir kasabasındaki çocukluğunun yerini Melbourne atmosferi alınca mahallenin asi gençlerinden biri oldu. Okuldan Mick Harvey, Phil Calvert gibi arkadaşlarıyla sonradan adı The Boys Next Door olacak bir grup kurdu. Leonard Cohen, David Bowie, Alice Cooper gibi kahramanları vardı. 19 yaşında, hırsızlık suçlamasıyla nezarethanede geçirdiği bir gece sonrası babasının trafik kazasında öldüğünü öğrendi. Haberi ileten, Nick’i kefaretle dışarı çıkarmaya gelen annesiydi.
Sonraki yıllarda The Boys Next Door, gotik post-punk çizgisini koruyarak The Birthday Party‘e dönüştü; grup üyeleri birlikte Londra’ya, ardından Berlin‘e taşındı. Bu yeni diyarların yeraltı müzik sahnesinde büyüyerek gerçek bir “sex, drugs, rock’n roll” yaşamı süreceklerdi. Lydia Lunch ve Blixa Bargeld gibi isimler Cave’in hayatına burada girdi. Grubun birkaç stüdyo albümü yayımlandı yayımlanmasına; ama adı sürekli küçük skandallara karışan gruba bir çekidüzen vermek şarttı: Eski dost Mick Harvey kaldı, diğer üyeler gitti; son The Birthday Party albümü Junkyard‘a katkıda bulunan Barry Adamson, Blixa Bargeld, Hugo Race ile Nick’in ilham perisi Anita Lane‘in de dahil olduğu Nick Cave & The Bad Seeds –The Bad Seed adlı E.P.’lerine atfen- 1983’te kuruldu.
İlk albüm küçük bir kelime oyunuyla adlandırılmıştı, filme çekilen James Jones’un savaş romanı From Here to Eternity‘sinden bir harf düşürülerek. Bir Leonard Cohen yorumu olan açılış parçası “Avalanche”a bakılırsa tarz hala korunuyordu; halihazırda karanlık olan şarkı, daha da vahşi bir şeye dönüşmüştü Nick ve grubunun elinde. “Bir çığa adım attım/Tüm ruhumu kapladı” diyordu Nick tekinsiz sesiyle. Böylesi bir kariyere çok anlamlı bir girizgahtı bu sözler. Blixa‘nın gitarını -tabiri caizse- dövme şekli, albümün kaotik doğasının bir habercisi adeta. Sonraki şarkı “Cabin Fever!”da Blixa gitarını yavaşça katletmeye devam ederken Nick’in vokal tarzını iyice vahşileştirdiğini görüyoruz. “Abi daha gençsin, kendini harap etme,” diyesimiz geliyor. Kendi adımıza ise hiç şikayetçi değiliz. Sonra birden bir şey oluyor, “Well of Misery” ters köşe yapmak için yetişiyor. Şarkı Nick’in düpedüz blues denilebilecek ilk şarkısı, vahşiliğe dair sadece ufak ipuçları var. Çok rahat bir dinleti oluyor, şaşırıyoruz. Nick için küçük, Tohumlar’in geleceği için büyük bir adım.
Yarı yolda albümün ilk şaheseri yetişiyor: İlk yazıldığından bugüne değin Bad Seeds konserlerinin gediklisi, yavaşça fırtına koparan “From Her to Eternity”. (Muhtemelen İstanbul konserinde de dinleyeceğiz bu efsaneyi.) Tekinsiz bir piyano, huzursuz bir vokal ve pasif agresif gitarlarına her saniye merak ve hayranlıkla kulak kesildiğimiz, her açıdan kusursuz bir şarkı. Sonraki üç şarkı ilk yarıya göre çok daha bütünlüklü bir hisse sahip. Kaos ve blues unsurları “From Her to Eternity” misali çok daha dengeli seyrediyor “Saint Huck” ve “Wings Off Flies” esnasında. Onların ardından albümün en kıymeti bilinmemiş finali, 10 dakikalık epik “A Box for Black Paul” geliyor. Albümdeki favorimin niye bu şarkı olduğunu açıklamam gerekirse… Başlar başlamaz albümdeki çoğu parçadan daha fazla uğraş verildiği hissediyorsunuz. Albümde vahşiliği ikinci plana atmış, duygusal patlama odaklı tek parça bu. Şarkıdaki cenaze havası, ancak The Birthday Party‘e yazılmış bir veda mektubu olarak okunabilir. Yeraltı sahnesinin kralları ölmüştür. Yaşasın yeni kral!
Ozanlıktan önce serserilik vardı. İlerisi ise bir sonsuzluk adeta, her albümde vizyonunu yenileyip buna rağmen asla hayran kaybetmeden büyüyen bir grubun başlangıç hikayesi. Kendisini takip eden tüm Bad Seeds albümleri gibi, From Her to Eternity de kendi dönemi ve şartları içerisinde anlaşılması gereken, kusurları yüzünden doğal ve harika bir eser. Geniş bir diskografiye sahip bir grubun her döneminin hayranlarca sevilmesi, o grup hakkında çok şey anlatıyor zaten. Coşkuyu tam anlamıyla alabilmek için 10 Temmuz’daki o malum konseri bekliyoruz. Hasret giderme zamanı şimdi.