Senenin en çok beklediğim albümü, IDLES‘ın 16 Şubat’ta çıkan TANGK albümüydü. İlk dinleyişimin üstüne iki gün boyunca dinleyip durduktan sonra kendimi çok iyi hissediyorum. 27 Kasım 2023’de ilk Türkiye konserlerine gelmelerinden önce de bir IDLES yazısı karalamıştım. O zaman hâlâ gelişini bekliyor olduğumuz beşinci albümümüzün kendileri için bir dönüm noktası olacağını öngörüyordum. Gerçekten de yepyeni bir dil ve karaktere ulaştıkları yerdeymişiz.
Grup hikâyenin başından beri kendini ifadede zorlanan patlayıcı bir anlatıma sahip oldu. Beni bu konuda yalnız bırakmadıkları kesin. Bunu da müziklerine olağanüstü şekilde yansıtan kişiler oldular. Olayın güzelliği de buradaydı zaten. Her IDLES şarkısının derinlerinde bir yerlerde, patlayıcı anlatımın çok önemli bir yeri vardı. Şimdi ise kendilerini açmaya başlayabildikleri bir yerdeler. Sinirli çocukların kendilerini mükemmel bir hakimiyet ve kontrolle anlatabildikleri noktaya geldik diyebiliriz.
Albümün ilk şarkısı “IDEA 01” dinlemeye başladığım anda beni dominasyonu altına alan bir giriş şarkısı . Vokal Joe Talbot‘un haykırarak değil, bağırarak değil, kontrolle ve usulca bahsettiği çocukluk anılarının imajları bende oldukça yankılandı. Müzik ise, Mark Bowen‘ın kendimizi adeta içinde bulunduğumuz fantezi hikâyesini devam ettiren piyanosuyla yepyeni bir dil içeriyor. Saldırmayan, atak yapmayan, kendini sonunda bırakmış hissiyatıyla gitarı ve piyanoyu kullanışı adeta büyüleyici. Şarkının sözlerinde tekrar tekrar dönen ateş, tamamen onların kontrolünde gibi duruyor.
İkinci şarkı “Gift Horse” kesinlikle iyileşmiş ve ayağa kalkmış adamların şarkısı. Joe Talbot’un kızına yazdığı bir şarkı ayrıca. Bir yandan, kendilerini sevgi ile dolu bir dünyada bulmayı gerçekten deneyen ve başaran kişiler olarak kendilerine çektikleri bir “Yürü be!” olarak da düşünülebilir. Şarkının da dediği gibi, “Look at them go.“. Müzikte ise neşeli bir heyecan var. Şarkının yolculuğu Joe Talbot’un disko enerjisini devam ettirmek adına baterist Jon Beavis ve basçı Adam Devonshire’a dinlettiği birkaç disko beat’i ile başlamış. Jon ve Adam’ın direkt doğaçlama bir şeyler çalmaya başlayıp harika şeyler çıkarmalarının getirdiği güzel hissiyat üzerine sözler yazılmaya başlanmış zaten. Yayılması amaçlanan şey de bu. Çok düşünmeden, dans ederek ve sevgiyle yaşayıp gitme hissinin güzelliği.
Fuck the king
Gift Horse
He ain’t the king, she’s the king
sözleri bu hissin propagandası gibi. Her yerde tekrar tekrar görmeyi istediğim sözler. Albümdeki en hızlı yayılan mesajlardan biri bu oldu zaten.
“POP POP POP” grubun hem diliyle hem müziğiyle herkese seslenmekte oldukça rahat hissettiği bir parça. Sözlerde vurucu olarak tekrar edilen freudenfreude, başkasının mutluluğundan mutluluk ve keyif almak anlamına geliyor. İngilizce joy kelimesinin Almanca karşılığından türüyor. Joe Talbot’un hem kızı hem tüm insanlara karşı çabası ve bunun karşılığında duyulan mutluluk şarkının her yerinde.
Freudenfreude
POP POP POP
Joy on joy
Chearleader
Happy Boy
Strong like bull
Vu-vu-vulnerable
Keep my people up
That’s my tool
Bu sözler, “olmak istenen insan”la alakalı yazılabilecek en iyi giriş olabilir. Albümün genelini saran “LOVE IS THE FING” mesajı da bu şarkıyla giriş yapıyor. Çizgilerini bozmayan bir şekilde Joy As An Act Of Resistance felsefesini korumaya devam ettiklerini, hatta büyüttüklerini görmek inanılmaz mutluluk verici. Müziğin geldiği yer ise bence amaçladıkları konumu buldu. Öncek, yazımda bahsetmiştim, grup üyeleri arka arkaya Kanye, IDLES ve Rihanna şarkıları dinlendiğinde aradakinin bir gitar şarkısı olduğunun fark edilmesini istemiyorlar. Kendi karakterleriyle herkese hitap edebilmeyi isteyen tutumları her hâliyle ve şekliyle bu başarıya ulaşıyor.
Benim için ayrıca durulması gereken bir nokta albümün dördüncü şarkısı “Roy” oldu. Benim için yazdıklarına emin olmakla birlikte aklıma direkt bir karşılaştırma geldi. “Roy“, her şeyiyle aşık olduğum Led Zeppelin başyapıtı “Babe I’m Gonna Leave You” için mükemmel bir varis. O şarkının modern ve sağlıklı hâli diyebilirim. Tamamen sağlıklı masküleniteye sahip olan ilk rock yıldızları IDLES olacak gibi duruyor. Tüm bu iyileşme ve ilerleme bir kenara, “Roy“, IDLES’ın kökenini albümde sembol eden parça. Çatışma ve drama söz konusu olduğunda IDLES her zaman sarsıcı bir güç. Kendi ilişkisinden yola çıkarak yazıyor Joe şarkıyı. Başta hayranlık ve tapmayla başlayan şeylerin zamanla korkuya ve kıskançlığa evrilmesi, sonra da bunun bir döngü haline gelmesinden bahsediyor. Aşık olan bir adamı korkularının ele geçirmesi. Zeki bi adamın o kişinin karşısında saçmalayan bi salağa dönüşmesini… Bu zorluğun altında hislerini karşındakine betonla vururmuşçasına geçirmek anlayabildiğim bir şey. Yaptıklarından sonra uluyarak özür dileyen bi sokak hayvanı gibi hissetmek böyle anlatılabilirdi. Gruptaki herkes enstrümanlarında bu vuruculuğa, kökenlerine geri dönmüş şekilde. Mark Bowen’ın gökten inermişçesine kaos saldığı gitarları tekrar katılıyor. Bas ve bateri ise insanı titreten ağır agresyonların tekrar edilmiş hâlleriyle karşı tarafa savaşa sürükleyen bi his veriyor. Hikaye anlatımı daha ne kadar güçlü olabilir bilmiyorum.
“Dancer“, dans pistinden çıkan şiddet, kaos, salınım ve adrenalinin güzelliğini ve vücutta yarattığı hissi anlatıyor. Bu konuda “Dance Yrself Clean” gibi inanılmaz bir hite sahip LCD Soundsystem ile işbirliği yapmaları çok kararında bir seçim. “Grace” ile birlikte ise albümün genel temalarından olan “LOVE IS THE FING” mesajı tekrar giriyor. TANGK albümünün önceden yayınlanan teklilerinden olan şarkı, grubun şu an genel olarak nerede olduğunu gösteren şarkı. Bir bakıma albümün yüzü.
No god, No king
Grace
I said love is the fing
No crown, no king
I said love is the fing
sözleri ise kesinlikle akılda kalacak bir jenerik gibi.
“Hall & Oates” beni çok heyecanlandırdı. Grubun yeni şeyler yapmalarına ve bu konudaki deneysel dehalarına bayılıyorum. Sınırsız olmalarının sebebi de bu. Bir yandan da şarkı ilk işlerindeki kan ter içinde bar kavgası hissiyatı diyebileceğim, özlediğim tınıları içeriyor. Meat EP’sinden “The Idles Chant“, Brutalism albümünden “Date Night” ve tabii ki Joy As An Act Of Resistance albümünden “Never Fight A Man With A Perm” gibi hızlı ve keskin şarkılar insanı ayağa kaldırıyor, botunu yere vurduruyor.
“Jungle” Joe’nun 5 yıldır jungle türünde bir tını yaratmaya çalışmasıyla başlamış. Jungle; 1990’lar İngiltere’sinde, techno ve hardcore gibi türlerden üremiş bir dans müziği türü. İşe eski funk/rock kayıtlarından sample çıkartarak başlamışlar. Yıllardır böyle bir şey yapmak istese de yaptıkları müzik ve sözler uzun süre birbirine uymamış. Stüdyoda Bowen’ın bir anda çalmaya başlamasıyla birlikte sözler için fikirler en baştan değişmiş ve müziğe adapte olmuş. Bu kadar uzun bir süreçte, bu kadar çabayla boğuşması Joe’ya geçmişte başka şeylerle boğuştuğu zamanlarla alakalı sözler yazma isteği uyandırmış. Bekleyişe değmiş diyebiliriz.
“Gratitude” beni müzikal tarz açısından oldukça etkiledi. Queens Of The Stone Age vokali ve gitartisti Josh Homme, Nirvana bateristi Dave Grohl ve Led Zeppelin basçısı John Paul Jones’un birlikte çok ağır stoner rock yaptığı süpergrup Them Crooked Vultures’ı hatırlatıyor. Hele ki “No One Loves Me And Neither Do I” şarkıları buradaki gitarların bizzat benzediği bir parça. Bir yandan synthesizer, gitar ve ses efektleri post-punk’a ait her şeyi kullanıyor. Şarkı hızlandıktan sonra aynı karanlık Depeche Mode şarkıları gibi saykotik bir hal alıyor.
I was having visions of
Gratitude
Ten million ways to die
I was having visions of
Ten people that might cry
I forgot the path I’m on
Forgot to sing my song
sözleri bize hatırlatıyor ki, IDLES’ın pop yapan bir yüzü aramıza hoş gelmiş olsa da keskin post-punk draması hem sesleriyle hem sözleriyle her zaman çok sağlam. Bir grubun kalite çizgisini hiçbir özelliklerini bozmadan yükseltmesi, hatta üstüne eklemesi nadir görülen bir şey.
Albümün son şarkısına geldiğimizde ne olduğunu benim de kestiremediğim bir sürpriz bekliyordum. “Monolith” bana bundan da fazlasını verdi. IDLES’ın ne kadar özgür ve geniş müzik yaptığıyla alakalı çok net bir örnek. Kariyerlerinin başından beri çıkan deneysel veya klasik teker teker her IDLES işini Interpol, Fontaines D.C., Bloc Party gibi grupların olduğu bir playlistimde kümeledim. TANGK de albüm olarak bu playlistime eklendi. Son şarkı hariç. Başka hiçbir işleriyle benzeştiremediğim bir şarkı. Kapanıştaki saksafon ve gidiyor olduklarını anlatan sözler kafamda birleşip bir sonuç yarattı. Portishead, Massive Attack gibi trip-hop gruplarını topladığım listemde tutmaya karar verdim. Uzayda süzülürcesine, her yere gidebilecek olduklarını hissettirerek albümü kapatan şarkı, söylediklerine göre Joe’ya da bu açıdan çok iyi hissettirmiş.
TANGK, IDLES’ın daha çok açılmalarında ve müzik kültlerinden biri olmalarına giden yolda muhteşem bir başlangıç gibi duruyor. Yani ikinci evrenin başlangıcı. Onlarca yıl boyunca devam edecek ve hatırlanacak bir kariyerin modern müzikte nasıl oluştuğuna canlı canlı, günü gününe tanık olmak böyle bir şey sanırım.