“…Çamaşır makinesi, araba, cd player, elektrikli konserve açacağı alın. Sağlığınıza dikkat edin. Kolesterolünüzü düşük tutun ve kendinize diş sigortası yaptırın. İpotekle ev alın. İyi bir ev için çalışın. Arkadaşlarınızı seçin. Hobileriniz için ayrı giysiler ve uyumlu çanta kullanın. Doğru dürüst bir çatısı olan, üç odalı pahalı bir daire kiralayın. D.I.Y’e gidin ve pazar sabahı orada ne işiniz olduğunu düşünün. Kanepenizde oturun, televizyonun beyninizi yıkamasına izin verin, ruhunuzu o salak yarışmalara satın ve bir şeyler tıkının. Tüm bunları yaptıktan sonra intihar edin. Sırf neslinizi devam ettirebilmek için… Ürettiğiniz o sersem bebelerin ortalığa işemesini izleyin. Geleceğinizi seçin. Hayatı seçin. Ama ben neden böyle bir şey yapayım ki? Ben hayatı seçmemeyi seçtim. Ben başka bir şey seçtim. Neden mi?
Hiçbir nedeni yok.”
Mark, Sick Boy, Begbie, Spud birbirinden bağımsız birbirine bağlı, aynı düzenin içinde aynı hayatın peşinde dört arkadaş ya da dört tanıdık yabancı…
Irvine Welsh’in 1993 yılında Trainspotting kitabında doğan karakterler, 1996 yılında Danny Boyle’nin kadrajında Edinburgh sokaklarında dolaşan, dibe vuran, isterlerse çıkan, sahip olmak istedikleri şeylere sahip olma olasılığı karşısında anlamsızlaştıran bir grup olarak nefes almaya devam etmiştir.
Hayatın gerçekleriyle eroinin zehrini karıştırdıkları seçimlerle tükettikleri bedenleri üzerinden yaşamayı seçmemeyi seçmişlerdir. Bağımlılıklarının yarattığı huzursuzluk, kontrolün dışında kalmışlık film boyunca birer yüzleşme olarak tüm pisliğiyle aktarılır seyirciye. Bu pislik kimi sahnelerde öyle rahatsız edici bir gerçekliktedir ki film bittikten sonra uzun süre sahip olduklarımıza neden sahip olduğumuzu ya da gerçekten sahip olup olmadığımızı sorgulamaya devam ettirir bizlere.
“Toplum, davranışları kendi normlarının dışında kalan insanları emebilmek için yapay ve dolambaçlı bir mantık icat eder.” diyerek yarattıkları şiirsel köhnelik içinde, kader olgusunun üzerine kir bulaşmış perdeleri takan, arada nefes almak, biraz ışık katmak için aralasalar da aynı karanlık içinde yaşlanmayan karakterler yirmi yıl boyunca sömürülmüş hayatlarında kaybetmeyi sürdürmüşlerdir. İskoçya’da uyuşturucu kullanarak tükettikleri yaşamlarında büyülü bir gerçeklik yaratan karakterlerin yol hikayesi farklı yerlere uzanarak tekrar tekrar başladıkları aynı sonlarla, yaşamayı ve bizler gibi olmayı seçerek devam etmiştir. İş, aile, lanet büyük ekran bir televizyon distopyasıyla…
Beatles’a yapılan göndermeler, Ewan McGregor başta olmak üzere tüm kadronun muazzam oyunculuk performansları, Francis Bacon’un resimlerinden etkilenilerek seçilen renk kullanımı, bıçak gibi saplanan düşüncelerin müzik yoluyla akıp gitmesini sağlayan soundtrackleri ile Trainspotting, Irvine Welsh’in bıraktığı başlıkla “Yapılan kişi tarafından eğlenceli bulunmayan ve manasız kabul edilen eylem” kavramını unutulmaz bir hale getirmiştir. Yirmi dört yıldır değişmeyen düzene yaş almayan 90’lar ruhuyla…