Hazırlayan: Yankı Yıldırım
Theodore Twombly, (Joaquin Phoenix) geleceğin Los Angelas’ında yaşamaktadır. Teknoloji inanılmaz derecede ilerlemiştir ve insanlar günlük yaşamlarının çoğunluğunu kendi cep telefonlarıyla, bilgisayarlarıyla geçirerek yalnızlaşmaya başlamışlardır. Bu insanlardan biri olan Theodore, mektup yazmak isteyen ancak yazacak zamanı olmayan insanlar için, onların ağzından mektup yazmaktadır.
Oldukça yumuşak hatlara ve pastel renklere sahip olan Los Angeles’ta karşımıza çıkan Theodore, içinde bulunduğu yalnızlık hissinden kurtulmak için yapay zekaya sahip olan bir işletim sistemi alıp onunla arkadaşlık kurmaya başlar. Scarlett Johansson’ın sesi ile tandığımız Samantha, Theodore’un hayatını kolaylaştırmakta, günlük planları konusunda ona yardımcı olmakta ve gereksiz e-maillerini silmektedir. Ancak Samantha’nın en önemli özelliği, ileri teknoloji işletim sistemi sayesinde günden güne gelişebilmesi, Theodore’un istediği gibi biri olabilmesi; bunu yaparken de yapay zeka olmasına rağmen kendi karakterini ortaya koyabilmesidir.
Samantha mükemmel bir ses tonuna sahiptir; akıllı, komik ve eğlencelidir. Tüm bu özellikleriyle Theodore’un hayatında “gerçekten” var olan insanlardan çok daha gerçek, çok daha sıcaktır. Zamanla bu sıcaklık bir aşka dönüşür; aşk ise peşinden sıra dışı bir ilişkiyi getirir.
Yönetmen Spike Jonze, basmakalıp aşk filmlerinden ziyade oldukça farklı bir deneyim yaşattırır herkese; çünkü Theodore yüzünü göremediği ve dokunamadığını birine aşıktır. Ancak bu aşk içinde barındırdıklarıyla öyle derin işlenmiştir ki; seyirci için çiftlerden birinin bir bedene sahip olmaması zerre kadar önemli değildir artık.
Gelecekteki Los Angeles’in o sakin havasıyla uyum içerisinde olan soundtrack ise Arcade Fire grubunun üyelerinden Will Butler ve Owen Pallett’a ait. On üç şarkıdan oluşan soundtrack listesi, filmdeki kırmızı tonlara yakışır cinsten; insanın içine bir sıcaklık yayan, temposuyla yavaş yavaş zihne dağılan ve her bir duyguyu, elektronik tınılarla gelişen teknolojiyi bile hissettiren türden.
“Her” filmi, teknolojinin insan hayatının her alanına girdiğini, insanları yalnızlaştırdığını; buna rağmen yarattığı yalnızlığın izlerini azaltmak için yine kendisinin devreye girdiğini gösteriyor. Teknoloji, bir nevi kendi açtığı yaraları sarıyor yani.
Film, tüm bunların ötesinde aşk denilen duygunun tek bir tanımının olmadığını, zamana ve kişilere göre farklılık göstereceğini, “gerçeklik” kavramının bile göreceli olabileceğini gösteriyor.
“Her” ile adı Los Angeles, görünümü Şangay olan bir şehri gezerken, varoluşsal bir sorgulama içerisine giriyor; bir insan olan Theodore ile zaman – mekan sınırlaması bulunmayan Samatha’nın arasındaki aşka tanıklık ediyoruz. Bu zamana kadar gördüğümüz ilişkilerden tamamen farklı olan bu ilişki sayesinde fiziksel olması gerektiği konusunda hemfikir olduğumuz ilişkiye dair bakış açımızı esnetiyor; gerçek veya yapay da olsa bir “varlığın” hissettirebildiklerine hayranlıkla bakıyoruz.