Kaliforniya’dayız. Pasifik Okyanusu’nun sert ve köpüklü dalgalarının sesi, nefes kesici Bixby Creek Bridge ile buluşuyor. Köprünün büyüleyici yapısı, okyanusun hırçın doğasıyla bir araya gelince oluşan o tanımsız duygu, bir şarkı ile tanımlanabilir hale geliyor.
Michael Kiwanuka’nın “Cold Little Heart” şarkısı, kışkırtıcı tınılarla bizi köprünün üzerinde buluşan kadınların hikayesine götürüyor. Avustralya’lı yazar Liane Moriarty’nin çok ses getiren hikayesi, “Big Little Lies”a.
Monterey’a yeni taşınmış yalnız bir anne olan Jane, oğlu Ziggy’yi okula götürdüğü ilk gün Madeline ve Celeste ile tanışır. Kısa zamanda oldukça yakın arkadaş olan bu kadınların kendilerine özgü dertleri vardır. Her ne kadar, Monterey son derece zengin insanların lüks içinde yaşayıp mükemmel(?) hayatlarında ufak tefek sorunlarla karşılaştıkları bir yer olarak görülse de, bilinen ama asla dile dökülemeyen bir gerçek vardır; mükemmel bir hayat, mükemmel bir yalandır!
Mükemmellik perdesinin aralandığı anda ise ortaya çok fazla şey çıkacaktır; bir insanda doğası gereği bulunan duyguların, güdülerin bambaşka vücutlarda ortaya çıkmış halleri. Tecavüze uğradığı için hayatı alt üst olan Jane, kabuslarında okyanus kıyısında bir adamın arkasından koşmaktadır. Celeste eşinden psikolojik ve fiziksel şiddet gören; ancak kendisini eşinin onu kaybetmekten korktuğu ve çok sevdiği için (!) bunları yaptığı masalına inandırmaya çalışan bir kadındır. Madeline ise eski eşi ve şimdiki eşi arasında aile ilişkilerinin zincirlerini elinde tutmaya çalışmaktadır.
Bir cinayetle sarsılan Monterey’de, bu cinayete giden süreci insan ilişkilerindeki ikiyüzlülük üzerinden anlatan dizide, daha çok kadın karakterler ve onların ruh halleri irdeleniyor. Artık evrensel hale gelen “kadınlar arasındaki çekişmelerin erkekler arasındakilere kıyasla oldukça sert olduğu” düşüncesinin sık sık karşımıza çıktığı; hatta bu çekişmenin bir cinayete bile yol açabileceği algısını yaratan hikaye, aslında kadınların yaftalandığı durumlara da eleştirilerini sunmaktan çekinmiyor.
Kadınlar arasındaki gerilimlerin kimi zaman alaycı bir üslupla dile getirildiği dizi, her ne kadar sonunun tahmin edilebilir olduğundan bahisle birtakım eleştirilere maruz kalsa da, hikayenin derinlerine giren herkes, bunun klasik bir “katil kim” hikayesi olmadığını anlayabiliyor.
Elbette ki, hikayenin seyri açısından katilin kim olduğu ve cinayeti kimin işlediği son derece önemli; ancak dizinin ters köşesi bu değil. Ters köşe, kadınlara özgü olan işbirliği durumu. Kadınlara özgü olmasından kasıt ise dil, din, ırk, ekonomik durum ve yaş fark etmeksizin kadınların maruz kaldığı “erkek şiddeti”ne karşı tek vücut olabilmeleri durumu.
Bu işbirliğinde bir araya gelen kadınların daha önce kendi içlerinde ne yaşadıkları önemli değildir. Birbirlerinden nefret edebilirler veya birbirlerini kıskanabilirler. Ancak ortada erkek tarafından maruz kalınan bir şiddet varsa, tüm bu hisler bir kenara bırakılır. Atılması gereken adımların dillendirilmesine dahi gerek yoktur. Desteğe ihtiyaç duyulduğundan bahsedilmesi bile anlamsız olacaktır; çünkü dünyanın her yerinde, ne yazık ki, her kadın en az bir kez bir erkek tarafından psikolojik/fiziksel olarak şiddete uğramıştır ve ciddi boyutlara gelmekten asla geri durmayan bu şiddet olayları dünya üzerindeki tüm kadınların ortak yarasıdır. Ortak bir yara söz konusu olduğunda ise, diğer duygular önemsiz birer detaydan ibarettirler.
İşte hikayenin derinlerde yatan noktası, tam olarak budur.
Gelelim bu hikayenin şarkılarına.
Soundtrack listesi de az hikaye kadar mükemmel ve birçok dizi/filme kıyasla oldukça zengin. İstisnasız her bölümde birden fazla şarkıyla karşılaştığımız dizide, çoğu şarkı ile tanışmamıza vesile olan isim Madeline’nin küçük kızı Chloe. Evde oldukları zamanlarda son ses müzik açan, sınıf arkadaşlarını barıştırmak için şarkı önerisinde bulunan bu karakterin bize kattığı en muazzam şarkı ise tabi ki, Leon Bridges’tan “River” şarkısı.
Elvis Presley ise adeta dizinin ana karakterlerinden; çünkü dizide gerçekleşen bir gecenin konsepti Elvis Presley ile Audrey Hepburn. Bu nedenle herhangi bir sahnede Presley kılığına girmiş biri karşımıza çıkıp “Burning Love” ya da “It’s Now or Never” şarkılarını söyleyebilir.
Bunun haricinde, Irma Thomas Black Mirror dizisinden sonra Big Little Lies’ta da karşımıza çıkıyor ve bize “Anyone Knows What Love Is” ile birlikte “Straight From The Heart” şarkısını söylüyor.
Madeline’nin Adele doluğunu sandığı Sade, “Cherish The Day” şarkısıyla gergin bir aile yemeğine eşlik ediyor; Jefferson Airplane’nin “White Rabbit”i ise hikayenin esas noktalarına temas ediyor.
Romantik şarkılardan sonra ise elektronik müziğe gömülüyoruz. Naif duyguları bir kenara bıırakıp dudaklarımızı ısırdığımız hırsımıza bürünüp şarkının sesini son ses açıyoruz; “Rappin Kittin”, “Hands Around My Throat” ve daha fazlası bizi uçurumun kenarındaki bir koşuya götürmek için hazır.
Eğer ortam daha fazla gerginse, Marta Wainwright herkes için “Bloody Mother Fucking Asshole” diye bağırabilir. İnanın, oldukça tatmin edici.
Şarkı listesi anlatmakla bitirilecek listelerden değil; keşfedilmezse eksik kalınacaklardan.
Big Little Lies ile mükemmelliğin ince çatlaklarından sızıp kadın hikayelerinin en esaslısına giriyoruz. Durmaksızın değişen duygu durumumuz asla müziksiz kalmazken, ortak yaraları iyileştirmek adına ne gerekiyorsa onu yapıyoruz.