Geçmişte verdiği röportajların birinde “Nejat Yavaşoğulları yüzünden profesyonel müzisyen oldum. Frank Zappa yüzünden de inatçı…” demiş Demirhan Baylan. Bu ifade, kendisini hiç bilmeyen birine yolunun müzik sektörüne nasıl düştüğü hakkında kabaca fikir verebilir belki.
Konu müzikal yolculuğuna gelince, süreç epey zengin. Değinilecek bir dolu albüm, proje ve iş birliği bulunuyor. 90’larda mimarlık eğitiminin ardından Berklee College of Music’te Müzik Prodüksiyonu ve Ses Mühendisliği’nden mezun olması, öncesinde gençlik yıllarındaki grup müesseseleri ve Bulutsuzluk Özlemi’yle sahaya giriş… Bu bir biyografi yazısı olmadığından, Spotify’dakiler söz konusu bir dolu sonucu doğrudan İçinde Demirhan Baylan Var listesinden keşfedebilir. Burada kendisi dışında kimler var derseniz: Bulutsuzluk Özlemi, Kesmeşeker, Pinhani, Yavuz Çetin, Cengiz Baysal, Selen Gülün, Bertuğ Cemil, Mehmet Güreli, Oğuz Büyükberber (Trio), Sarp Maden, Ayşe Tütüncü Trio, Feridun Düzağaç, Şirin Soysal, Ergin Özler, Mor ve Ötesi, Temas, Can Kazaz, Tad., Başak Yavuz, Betty Ween.
Spotify’ın kabı bazen dar gelir, tespitinin doğruluğunu yadsıyamayız. Öyleyse Akın Eldes, Mask, Funk Doctors, Kaan Altan ve Cenk Taner ile oluşturdukları Kadıköy Sound projesi diye lafa devam etsem, kaçırdığım müzisyenler mutlaka olacaktır. Çeşitliliğin bu kadarı gözleri de kıpraştırdıysa, bas gitarist, yapımcı ve ses mühendisi gibi sıfatlarla yer aldığı iş birlikleri bir yana koyalım. Zira Demirhan Baylan’ın solo kariyerinin çok belirgin ve ele alınmaya değer yönleri var.
Deney, hikaye ve otobiyografi çoğu müzisyenin işini değerlendirirken başvurulabilecek kavramlar olabilir. Yalnız, üçünün sarsılmaz birlikteliği gibi bir nitelemede bulunacaksak, dinleyicileri burada Demirhan Baylan’ı tereddüt etmeden bir adım öne çıkartacaktır. Deney anlayışını sadece rock, blues, funk tınılarıyla sonu gelmeyen bir oyuna girişmesi gibi yorumlamak eksik olur. Buna şarkıları birbirlerinden bağımsız şekilde kaydedip sıralama alışkanlığına ya da albüm formuna meydan okumasını dahil edebiliriz. Albüm formu demişken; “Kazık Marka” (1991), Deli Fatma’nın Bilmeceleri (2005), 2008 (Fool is the Devil) ve Sinyal (2012), çıktıkları dönemlerdeki teknolojinin nimetleri ile piyasa şartları arasındaki dinamiğe göre alternatif olarak nelerin mümkün olabileceğini göstererek ayrıca nam salmışlardı.
Hep ileri ve uğraştığı işin sınırlarını aşmaya bakan Baylan, yıl sonundan bu yana katlanarak artan bir ivmeyle sahalara geri döndü. Bu sefer deneysellik neredeymiş, nasılmış diye bakınca; elde birkaç tekli, bir albüm ve uzun süredir ortak işlere imza attığı Cengiz Baysal ile oluşturdukları Baysallan Duo vardı. Bunları konuşalım derken, gündelik hayatlarımıza alakalı veya alakasız şekillerde fon olan teknolojik gelişmeler ve sektör halleri üzerinden kendisinin deneyimleri ve öngörülerine yer vermeyi ihmal etmedik.
Kendisini en güncel şekilde takip etmeniz için sizi Twitter hesabına yönlendirelim; çünkü eldekilerin hız kesmeden çoğalması söz konusu. Doğrudan müzik çıktıları içinse YouTube, Spotify ve Soundcloud’a buyrun.
Sizi hikayeler anlatırken bunları çoğunlukla bir bütünlük içinde sunmayı önemsemenizle biliyorduk. “Borges Olsaydım”, yanılmıyorsam, kişisel müzik kariyerinizin ilk teklisi. Adınızı albüm formatı dışında görmek bazılarımızı şaşırtmış olabilir diyeceğim. Ardından “Ağlayabilseydin” adlı bir başka tekli daha geldi. Neydi bu single’ların anlam ve önemi?
Kısaca hayat şartları diyebilirim. Bir kaç farklı sebeple. En önemlisi 2015’te ikiz babası olmamla başlayan süreç. Tüm vaktimi babalığa ayırma kararım sonucu yeni müzik yazmaya vaktim ve enerjim kalmamıştı. Şimdilerde kreşe başladılar. Gündüzlerim bana geri döndü. Yeniden bir şeyler yapmaya başladım. Diğer yandan da sunmayı özledim. Albüm için birikmesine sabrım yetmedi demek ki. Diğer bir sebep de, yine şartlar icabı, klasik anlamda CD, plak, kaset formatlarının üretim sürecine ayıracak vaktim olmamasından. Ama yine dayanamayıp albüm mantığıyla Yapayanlış Şarkılar çok gecikmedi.
Temmuz ayı Demirhan Baylan’ın albüm formatından kopmadığını gösterdi. “Yapayanlış Şarkılar” diğerleri gibi otobiyografik olduğunu hissettiren bir albüm. Hatta en sonunda Türkçe müzikte sık karşılaşmadığımız 15 dakikalık, başlı başına bir deney niteliğinde çok sağlam bir parça da bulunuyor. Peki yapayanlışlık bunun neresinde?
Bu bir toplama albüm. Daha önceki albümlerime girmeyi becerememiş şarkılarımdan oluşuyor. Teki tekine benzemiyor. Hem yapayalnız hem de yapayanlış kabul edilebilirler. Bir başka yanlışlık ise hali hazırda içinde bulunduğumuz müzik piyasasında gerek hikayeleri, gerek düzenlemeleri, gerekse kayıt yaklaşımları açısından bir “felaket reçetesi” gibi olmaları. Belki de abartıyorum, bilmiyorum. Ama bu şarkıların hiç birini piyasaya kabul ettirebileceğimi sanmam. Yani yanlışlar. Ya da piyasa yanlış 🙂
Lafa her ne kadar tekli-albüm ikisi üzerinden başlasam da bir kısmımız üretkenliğinizin kayıt formatı dışındaki haline yeniden ve yeni haliyle tanık oldu. Uzun zamandır iş birliği yaptığınız Cengiz Baysal ile Baysallan Duo adı altında şarkı formatındaki sözlü enstrümantal besteleri serbest doğaçlamayla caza çevirdiğiniz konser yolculuğuna başlamıştınız. Haliyle farklı biçimlerde müzik yapmakla ilgili duygu ve düşüncelerinizi sormak için güzel zamanlardayız sanırım. Katılır mısınız? Sormak istediğim biraz da şu… Yaptığınız müziği dinleyicinize ulaştırırken “Baysallan Duo tamamen canlı performans işi albüm de tamamen kayıt” gibi her şeyi belli bir çerçeveye oturtmayı önemsiyor musunuz?
Özel olarak şu veya bu formatta çalışmalıyım gibi bir plan yapmıyorum aslında. Mümkün olduğunca heyecan verici etkinlikler arıyorum. Cengiz Baysal, ki kendisi şu anda Amerika’da yaşıyor, benim beraber çalmaktan en büyük zevk aldığım, dahası en çok öğrendiğim isimlerden biri. İnternet üzerinden birbirimize kayıtlar göndermeye başaldık ve zaman içinde bunlar kompozisyonlara dönüştü. İkimizin de serbest doğaçlamaya ilgi ve becerimiz var. Bunu da kullanalım dedik. Baysallan Duo ile şimdilik sadece bir konser ve kayıt gerçekleştirebildik. Umarım zaman içinde daha fazlasını da yapacağız. Serbest doğaçlamayı müziğin en derin köklerine ait, çok gerçek ve doğal bir müzik üretimi olarak algılıyorum. İnsanlık tarihinin en başında doğaçlama vardı büyük ihtimalle. Kompozisyon, şarkı gibi tasarlanmış müzik çok daha sonraları. Hele ki kayıt en son moda 🙂 Hepsinin lezzeti, yeri ayrı.
“Yapayanlış Şarkılar”, aynı zamanda, çıktığı gün Spotify’ın gerçek zamanlı dinleme verisi üzerinden dinleyicilerinizin eğilimlerini takip ettiğiniz bir albüm oldu. Albümü çıkardığınız günden bugüne neler gözlemlediniz ve dikkatinizi çekti? Kendini sürekli güncelleyen bir veri akışı anlam dünyanızı etkiledi mi?
Kesinlikle. Hem heyecan vericiydi, hem de tehlikeli. Belki de 21.yy’ın en önemli kavramlarından biri bu. Gerçek zamanlı takip. Bir nev’i Big Brother ama çok daha büyük ve kontrol edilemez bir skalada. Big Brother’daki korku diktatörlüktü. Şu anda toplumların, kültlerin, kliklerin ya da adı her neyse diğer birlikteliklerin diktatörlük yarışından bahsedilebilir. Bu çok daha korkunç geliyor bana. Bunun için en büyük silah da kitlelerin davranışları hakkında derin bilgi. Benim durumumda elbette ki şaka gibi çok küçük bir kesimin hareketlerini takip ettim. Bu bile varoluşunu, toplum içinde kendini konumlandırdığın yeri, üretim yöntemlerini, edeceğin lafı, kısacası “bir sonraki adımını” hangi kurallarla tespit edeceğini belirleyebilir. “Following” oluşturma şehvetinin pek sonu varmış gibi görünmüyor. Elbette ki bu verileri en başta bedava veriyorlar. Sonrası paralı. Tipik bağımlı yaratma taktiği. Bu veriler ışında ticari başarının mümkün olduğunu gördüm. Ama ne pahasına?
Albümle beraber seri şekilde Youtube kanalınıza videolar koymaya başladınız. Sizin için görsel ve müzikal öge ilişkisi ne kadar önemli? Müziği üretirken görsel hikayeye kafa yorduğunuz oluyor mu?
Çok uzun yıllar özellikle de video klip mevzundan uzak durmaya çalıştım. Aslında kompozisyonlarımın başlı başına çok görsel olduğunu düşünürüm. Seçtiğim müzikal öğeler her zaman hikayeyi destekler, çağrışımlar yapmaya çalışır mahiyette oldu. David Bowie’nin meşhur saptaması vardı; “göz kulaktan daha açtır” diye. Bunun doğruluğu müziğimi görsele feda etmeme refleksine dönmüş olabilir. Pek iyi etmemiş de olabilirim. Youtube kanalıma koyduğum videoları kendim yapıyorum. İddialı değil ama yapması da çok zevkliymiş. İnternet bedava stok video kaynıyor. Çoğu zaman bunları kullanıyorum. O halde video konusunda remiksçi kabul edilebilir miyim acaba? Şaka bir yana, bu durum hala video konusunda çok da hevesli olmadığımı gösteriyor olabilir. Aslında benim kendi dünyamda sadece müzik yetiyor.
Yıllardır hem albümlerinizde söz, müzik, kayıt ve düzenleme süreçlerini tamamen kendinizin üstlenmesiyle hem de dahil olduğunuz projeler ve yaptığınız pek çok iş birliğiyle tanındınız. Her yöntemde de parlayan işlere imza attınız. Dönüp bakınca bu iki yöntemi deneyimlemiş biri olarak müzik yapmayı nasıl değerlendirirsiniz? Örneğin her şeye yetmek, güçleri birleştirmek gibi ifadeler üzerinden…
Ortak projeler bir yana, solo çalışmalarımda müzik, söz, icra, kayıt dörtlüsünün birlikteliği ilgi alanım. Bunun müzik tarihinde, hadi biraz daha daraltayım, ozanlık tarihinde yaşanan en son seviye olduğunu düşünüyorum. Belki 10–20 sene sonra başka bir seviyeye daha yükselecektir. Ama şimdilik bu. Zaman içinde ilgimi çeken karakterler Frank Zappa, J.J.Cale, Jeff Lynn, Trent Reznor oldu. Bu noktayı her şeye yetmek gibi algılamıyorum. Aslına bakarsanız çoğu müzisyen bu dört konuyu sürekli kullanırlar. Ama sadece evde demolarını kaydetmek için. Sonra da gidip bu demolarla kendilerini fabrikaya teslim ederler. Sonra albüm piyasaya çıkar. Çoğunun içinde de “benim kaydettiğim demoda şu şarkı daha iyi anlatıyordu kendini” hissi kalır. Hepsini yapmak elbette ki daha çok zaman, emek alır ama karşılığındaki sanatsal tatmin büyüktür. Sistem “sonuç” üzerinden bakıyor her şeye. Benim yolum daha çok “süreç”le ilgili. Seçtiğim yolun sonucunda ortaya çıkan ürünler de bu sebeple hiç kimseye benzemiyor (ya da öyle sanıyorum). İyi veya kötü tartışmasını zaten anlamsız buluyorum. Ama bu dört unsuru aynı anda kullanmayı da bir üstünlük, her şeye yetmek olarak tanımlamıyorum. Sadece olası yöntemlerden bir diğeridir. Benim tercihim böyle oldu. Veya hayat beni buna mecbur etti de denilebilir.
Bilgisayar ve internetin güçlerini birleştirip zamanla üretim, dağıtım, pazarlama gibi konularda epey imkan yaratmasıyla her şeye yeten müzisyen türü ön plana çıkmıştı. Yıllar önce “Anne Sözü” adlı şarkınızda her şeyi bırakıp kariyerini müziğe adamaya niyetli kendiniz ile genç adamların ve kadınların duygularına tercüman oldunuz. Her şeye yeten müzisyen profili fikri yaygınlaşmamışken bir albümünüzü çıkarmak için kendi şirketinizi kurmuşluğunuz vardı. Gizli albüm (“2008”), dinleyicilerinize yapımcı sıfatını bahşettiğiniz albüm (“Deli Fatma’nın Bilmeceleri”), iTunes’un sınırlarından kurtulup uygulama dünyasına açıldığınız albüm (“Sinyal”) gibi farklı modelleri deneyerek bugünlerin ifadesiyle ne kadar girişimci bir ruha sahip olduğunuzu da kanıtladınız. Türkiye’de bu sıfatı uzun yıllardır deneyimleyen lo-fi ustası günümüzde benzer halet-i ruhiye ve hedeflerde olan müzisyenlere neler söylemek ister? Buna “hayatımda sadece müzikle uğraşmak istiyorum” deyip Berklee’ye okumaya giden hatırı sayılır kesmi de dahil edebiliriz.
Önce Anne Sözü’le başlayayım… sanırım o zamanlardaki endişelerimin tamamının gerçekleştiğini söyleyebilirim. Bile bile lades dediğim bir hayat benimkisi. Bir bilek güreşi. Daha kazanmış değilim. Bazen şarkı sözleri tüm dünyaya söz vermek gibi oluyor. Kayıtlı bir işle uğraşıyorsanız sicilinizle yaşadığınızı bilmeniz gerekir. Söylediğiniz her şey bir gün döner gelir yakanıza yapışır. Bir şarkımda “sözlerimizin kölesiyiz hepimiz” demiştim. Bununla başa çıkmayı öğrenmeniz gerekir. Zira söylediğiniz çoğu şey zaman içinde kaçınılmaz olarak anlam değiştirecektir. Gerek sizin, gerekse dünya yüzünden. Ama geri geleceklerdir. Ve her geri gelişte sizi yeniden ve yeniden şekillendirirler. Bu sebeple hit şarkılardan hep korkmuşumdur. Girişimci ruh konusuna gelirsek… kendimi hiç öyle algılamadığımı söylemem lazım. Ama seneler sonra bakınca kabul etmeliyim ki ben de biraz gülüyorum. Anın şartlarına göre doğal reflekslerimdi aslında. Bir yanda yapmak istediklerim, diğer yanda neden yapamadığımı anlayamamazlığım. Yine bir şarkımdan laf araklayayım; “gereğinden daha daha daha fazla tutkuluydum” belki de. İtiraf etmem lazım ki bazen komik duruma düştüğüm de oldu, çok utandığım da. Acıları, üzüntüleri anlatmaya gerek yok. Benimle aynı “halet-i ruhiyede ve hedeflerde” olan müzisyen arkadaşlarıma verebilecek aklım yok. Bu çok bireysel, kişisel, özel bir macera. Yapacaklarsa zaten yapacaklar. Bedeller, faturalar ve umarım ödüller onları bekliyor olacak. Berklee konusu… beklenen hayır elde edilemeyebilir, diyeyim yeter.
Kendin-yap anlayışını benimseyen müzisyen, bağımsız müzisyen… Bu gibi kavramlar size neler ifade ediyor? Başından beri kendiniz için bu tarz kavramları önemseyerek mi yola çıktınız yoksa kervan daha çok yolda mı düzüldü?
Kervan yolda düzüldü. Ben daha güzel söyleyemezdim. Hiç de bağımsızlık bayraktarlığı yapasım yok aslında. Ben bir grup elemanıydım hep. Bulutsuzluk, Kesmeşeker ve diğerleri. Bir mutfak elemanıydım. Hatta adım geçmese bile o kadar da dert etmezdim. Hep sevdim bu işi. Orasında, burasında, bir yerinde olmayı sevdim. Bir tek konsere gitmeyi çok sevmem. Ya sahnede olmalıyım, ya mikserin başında, ya da bir şey… ne olursa. Ama seyirci değil. Sonuçta geldiğim nokta bağımsızlık oldu… karma? :)))
Teknolojik gelişmeler müziği tartışma hallerimizi yıllardır etkiliyor. Müzik üretimi ve tüketimini bu eksende belki de en yoğun şekilde konuştuğumuz uzunca bir dönem yaşamaktayız. Sizce bu dönemsel bir yönelim mi? “Müziğin her daim tartışacak bir yanı var o da şu…” gibi bir cümle kurar mıydınız? Kursaydınız nasıl tamamlardınız?
Bu kayıt konusu elbette ki en başta ağırlıklı olarak Amerika ve İngiltere’nin tarihine ait. Bu sebeple biraz da hariçten gazel okuyor gibi hissediyorum. Hayatımı buna vermiş olmam yetmiyor. Kültürel kodlar var. Bakarsınız önümüzdeki zamanlarda Çin’den yepyeni kavramlar doğar. Bu işler her zaman ekonomik pozisyonlarla ilgili. Kayıtlı müzik için durum bu. Ama başlı başına “müzik” konusunda hariçten gazel okuyor gibi hissetmem mümkün değil. Müzik insanın genlerine kodlanmış sanki. Doğrudan insanla ilgili. Bir adım daha öteye gideyim. Kolektivist hemen her oluşumdan önce müzik vardı herhalde. Bir iletişim aracından daha fazlası olsa gerek. Bu sebeple müziğin bir iletişim aracı, etken/edilgen, verici/alıcı, çift taraflı bir yapı olmasından çok daha önce kişinin kendi kendisiyle yaşadığı bir macera olduğuna inanıyorum. Bu büyük ihtimalle bütün sanat dalları için geçerli olabilir. Müzik o kadar bireysel olabilir ki fiziksel bir fenomen olarak “ses”e bile ihtiyaç duymayabilir. Bildiğimiz anlamda ses havadaki titreşimlerin kulak tarafından ses bilgisine çevrilmesidir. Beyinde hava yok değil mi? Ama müziği hayal edebilirsiniz ve duyabilirsiniz. Müziğin başlangıcı bu olsa gerek. Diyebilirsin ki “öğrenilmiş sesleri beyninde yeniden canlandırıyor olamaz mısın?” Bu elbette ki var. Ama beynimin içinde duyduğum müziği kime dinletebilirim ki? Belki de öğrenilmişten fazlasını duyuyorumdur. Yani bu konu şimdilik mühürlü. Bakarsınız yakın bir zaman içinde beyin teknolojilerinin gelişmesiyle “sessiz müzik”, “sessiz müzisyenler” ortaya çıkar. Kimbilir? 🙂
Starlar yani kendi deyiminizle “paranın ne yönde aktığını gösterenler”, belirli bir derdi olan bağımsız kolektifler, müziğini üretip ortaya koyduktan sonra arkasına yaslananlar… Herkes internette. Böyle söyleyince herkes eşit bir çizgide sıralanmış gibi düşünülüyor. Üstelik herkesin birilerine müziğini dinletmek gibi ortak bir amacı olduğu da çok açık. Bir yandan da piyasanın karmaşıklığı formunu korumakta. Bu ortamı nasıl değerlendiriyorsunuz? Paranın ne yönde aktığını veya hayatı anlamak isteyen biri için (iyice) fena mı oldu durumlar?
Şu anda sadece müzik değil hemen her konu muhtelif kolektivist yapıların baskısı altında. İster din de, ister futbol, istersen başka bir şey. Temelinde hep kolektivizm var. Tahminen kuralları aynı. Özgür bilgi diye ortaya çıkan Wikipedia bile öyle. Hep “ortak bir amaç uğruna”, “kendinden daha büyük bir şeyin parçası olmak” vs.vs. “Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber, ya hiçbirimiz” madalyonun bir tarafından bakınca iyi görünüyor. Ama madalyonların hep diğer tarafı vardır değil mi? Aklıma en kolektivist toplumlardan biri olan Japonların bir atasözü gelir hep: “deru kui wa utareru”. Yani diyor ki “çıkan çivi yerine çakılır”. Yani “kurtuluş yok tek başına”nın diğer anlamı “çıkıntılık yapma, ezeriz” olsa gerek. Hani cehennemde kazanlar varmış, hepsinin başında bir zebani. Bir tek Türkiye’nin kazanında yokmuş. Nasılsa birbirlerinin ayaklarından çekerler fıkrasındaki gibi. Oysa bizden beter yer çok. Sanırım şu anda dünyanın özellikle de kültürel bunalımının temelinde bu sorun yatıyor. Sanat için, yenilik için özgür düşünce gerekir. Yani çıkıntılık yapmak gerekir. Diğer taraftan izin verilmiş, kurala bağlanmış ve adına yine de “çıkıntılık” denmiş binbir türlü işler dönüyor. Şimdilik göremediğim bir dip dalgasının olduğunu umuyorum. Yoksa mahalleler, kültler, gruplar, taraftarlar adını siz koyun dünyayı daha da beter zindan edecek. Hepsinin de amaçlarının “iyi” olduğunu düşündüklerinden eminim. Ama gel gör ki dönüyor, dolaşıyor “önümüze gelene bir tekme” oluyor. Konuyu ters köşeden ve yine müzikle bağlayayım; tüm bu fikirlerimin köküne balta sallayan şarkı da Dylan’ın “Gotto Serve Somebody”sidir. Belki de haklıdır. Tamamen yanılıyor olabilirim.
Bugünlerde “genç nesilden olsaydım kesin şunun peşine düşmüştüm veya düşerdim” diyebileceğiniz teknolojik gelişme var mı? Lafı biraz daha namı meşhur olanlarla başlatayım; artırılmış gerçeklik, sanal gerçeklik, yapay zeka ile müzik… (Kayıt teknolojileri bakımından pek bilgi sahibi olmadığımdan somut bir kavramla gelemedim :))
“Genç nesilden olsaydım” nasıl da zor hayal etmesi. Bilemiyorum. Herhalde çoğu şey o kadar büyük görünürdü ki gözüme, dişimi geçirebileceğim şeyler arardım. Ya da belki de rüzgarda, dalgada sürüklenip giderdim. Ama şurası kesin; müzik dünyası benim gençliğimdeki şaşasını, çekiciliğini yitireli çok oluyor. Belki de müzikle ilgilenmezdim. Ama bilimsel bir şeyler olurdu hayatımda mutlaka. Bilim hala çekici. O da çok darbe yiyor ama. Kayıt teknolojilerinin eğlenceli tarafı artık programcılıkta. Genç olsaydım kesin programcılıkla ilgilenirdim. Yakın bir zamanda şarkıcılarımız da dijital olacak. Ne kadar sevilir orası meçhul elbette ama sistem bu baskıyı diretecek. Seks robotları gibi. Bunların hala programcılara ihtiyacı var. Yapay zeka kendi başına bu işi halledene dek. Genç olsaydım bunların arasında kaybolurdum herhalde. Ama değilim. Onun için gençlere (belki de hiç dinlemeyecekleri) şu konuyu öneririm: tarım. Üstelik ses teknolojilerinin de bu alanda kullanımının artacağına inanıyorum. Bakarsınız müzikle bir köprü de kurulur.
Aynı soruyu kendi adınıza nasıl cevaplardınız?
Sanırım kaptırıp cevapladım bile 🙂
Şarkıcılarımızın dijital olması demişken… “Rockstar” kavramının piyasada yıllar içindeki değişimine tanık olmak ilginçti. Özellikle de teknolojinin bundaki rolü yönünden. Örneğin hologram “rockstar”ın ölümsüzlüğünü vurgulamak için gayet kullanışlı bir araç olarak nitelenebilir. Diğer yandan bir süredir “rockstar”ı bir kenara koyup müziği icra eden ilginç varlıklar fikrinin pazarlanmasıyla karşılaşıyoruz. Bir zamanlar küresel pazarda var olma şekliyle epey şaşırılan Gorillaz gibi sanal gruplar ve şarkıcılardan, ki Japonya bu yıl itibariyle mevzuyu kriptopara temalı pop grubuna çevirmiş, Sony CSL Research Lab’de Fransız bestecinin yapay zekayla kafa kafaya verip Beatles tarzında “Daddy’s Car” adlı şarkı bestelemesine kadar kulağa değişik gelen epey örnek var. Bunları “rockstar”lığa tehdit olarak görmek belki fazla ileri gitmek olurdu. Bu süre içinde “rockstar”lık bunların neresinde diye sorduğumuzdaysa kavramı en çok geliştirici arayan girişimcilerin verdiği İngilizce iş ilanlarında görür olduk. (Belki Türkiye’de de eş değer ifadeler kullanan olmuştur) Görünüşe göre “rockstar”lığı iş ilanlarından çekip çıkarmak da yine geliştiricilere düşmüş (bkz. “Rockstar” adlı şarkı söyleyen program dili geliştirmeye kendilerini adayarak “rockstar geliştiricisi” sıfatını hak etmeye koyulan geliştiriciler). Müziğe “rockstar” olma motivasyonuyla başlama eğilimini bu seyre göre nasıl değerlendirirsiniz?
Çağımızın bir büyük sıfatı “Rockstar”lık… artık sadece müzikle ilgili bir kavram değil. Belli bir hayat tarzını, başarıyı, sevilmeyi, şöhreti, arzulanmayı ve dünyevi her türlü zevkin ayağınıza gelmesini temsil ediyor. Bunların oluştuğunu düşünen hemen herkes kendini rockstar biliyor artık. Mesela çok meşhur bir sunucunun bizzat kendi ağzından nasıl bir rockstar olduğunun hikayelerini dinlemişliğim var. Kendi tecrübeme dönersem eğer… gençlik yıllarımda bir dönem kendimi rockstar gibi hissettiğimi hatırlıyorum. Gençtim ve yukarıda saydıklarıma ulaşmış gibi hissediyordum. Doğru veya yanlış. Ama kısa bir dönem bu duygular bende hakim oldu. Üstelik de sunucu değil bizzat rock müzisyeniydim. Hahaha… Şaka bir yana, aslında sadece bir mutfak çalışanıydım. İçimde de bunu gayet iyi biliyordum ve kendimi geliştirmeye çok hevesliydim. Kesinlikle bir rockstar malzeme değildim.
Rockstarlık kavramı özellikle 80’lerde en verimli zirvesini görmüş bir kavram. Bir çıkarlar piramiti. Çoğu zaman ekonomik, bazen de gizli veya açık politik çıkarlar piramidi. Herkesin becerebileceği, dahası bilse, isteyeceği bir pozisyon değil orası. İlişkiler, kurallar ve daha daha kimbilir neler. Ve evet… bence bu teknolojik olarak modellenebilir bir şey. Belki seks robotu yapmaktan daha zor olacaktır. Ama bir gün modellenmiş rockstarlarımız olması gayet olası.
Gelelim bunun iyi ya da kötülüğüne. Bir kere bu kavramın artık modasının geçmiş olduğunu kabul etmeliyiz. Jenerasyonlar değişti. Artık hemen herkesin bildiği, kullandığı yöntemler sistemi doyurdu. Bu tıkanık sistem eski malları bir üst seviyeye çıkarmaya, tanrılaştırmaya gayret ediyor. Becerebildiğince. Oysa doğa ölüm ister. Yoksa yeni gelen nasıl yaşayacak? Bence dünya “enough with the Beatles” diyecektir sonunda. Demelidir. Sanırım teknolojik gelişmeler yıkıcı/yararlı etkisini böyle gösterecek. Eski kaynakları dibine kadar sömürüp, çiğneyip, anlamsız hale getirerek. Bu arada yapay zeka daha akıllanıyor olacak elbette. Yeni jenerasyonun bizim şu an aklımıza gelmeyen yöntemlerle yepyeni kavramlar üreteceğine inanıyorum. Rockstarlığı koy bir kenara, kayıt teknolojisinin bile geleceği şüpheli olabilir. Burada da aynı geriye dönüşler başladı. Demek ki bir yerde tıkandı bu iş.
Ben elbette ki gençlik dönemimde bu rockstarlık müessesesine çok maruz kalmış biri olarak içimde hep bir hayranlık potansiyeliyle yaşayacağım. Orası kesin. Gençlikte öğrendiklerin yapışıyor. Ama en azından benden rockstar olmayacağını bilmenin rahatlığı, yapacağım müzikteki özgürlük alanımı genişletiyor. Rockstarlıkla ilgili samimi duygularım bunlar.
Bu arada hep rockstarlık dedik, hiç starlık demedik. Kafa hala biraz rock demek ki :))
Bonus: Sizce röportajımız müziği bırakmama sırrınızı keşfetmemize yardımcı oldu mu yoksa “Her Kesimden Kurtulan Adam”ı dinlemeye devam mı etmeliyiz? 🙂
Sır değil. Seviyorum bu işi. Bir de çok şanslıydım. Boğulacak gibi olunca nefes almak için suyun üzerine çıkabilme şansı. O kadar. Sonra yeniden dalmak. Müziği bırakmamış olma ilüzyonunu da kayıt teknolojisine borçluyum herhalde. Bu da bir nev’i sanal gerçeklik olsa gerek. Becerebildim mi sırrımı saklamayı? 🙂