Crack Cloud: “Buraya Kadar Her Şey Yolunda!”

Son güncelleme:

Kanadalı özgür multimedya art punk kolektifi Crack Cloud, yolculuklarının sıradaki durağı Red Mile ile karşımızda. Kolektifin davulcusu, vokali, ayrılmaz parçası Zach Choy ile Zoom’da yağ gibi akan ve derinlikli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Red Mile’ın kapak görselini görür görmez aklıma La Haine filmi geldi, özellikle de filmde bahsi geçen, bir binadan aşağı düşüşünü sürdürürken “Buraya kadar her şey yolunda.” diyen isimsiz adamın tasviri. O film her ne kadar ton olarak hayli karanlık olsa da sizin grupça La Haine’ın daha aydınlık, iyimser ve punk bir kardeşi olabileceğiniz kanısındayım. Özellikle de içinde bulunduğunuz çizgisel olmayan iyileşme süreci ve yolun ilerisinde yaşanabileceklere olan daimî merakınızı hesaba katarsak. Bu albüm kapağı kesinlikle bunca şeyi kapsıyor.

Zach Choy: Var ya, gündelik hayatımda sürekli dediğin replik üstüne düşünüyorum. Filmin kendisinden sık o repliği düşünüyorum hatta. Arada sırada ben de kendime “Buraya kadar her şey yolunda!” diyorum. Dediklerinde de haklısın.

Getirdiğin yoruma cidden bayıldım, kurduğun bağlantı çok hoşuma gitti. O filme öylesi bir momentum ve canlılık kazandıran şey; kesinlikle yüksekten düşen bir insanın içinde bulunduğu ivme, duygu durumu ve analoji ile yakından ilişkili. Arkasında bir kadercilik yatıyor. İki ayağının üstüne düşüp düşmeyeceğine emin değilsin, yine de içinde bulunduğun determinist koşullarda gücünün yettiği ölçüde yol alıyorsun. Çevrendeki ortamın ve koşulların ayrıntılarına dikkat ediyorsun. Bu şekilde yaşamak elbette gergin bir deneyim; ama Crack Cloud ile geçtiğimiz on yılda kazandığımız deneyimin de hiçbir zaman çok ‘kesin’ hissettirmediğini söyleyebilirim. Hep gelip geçici bir şeyin içindeymişiz gibi hissettik. Bir şekilde kendini hayatımızda hâlâ güncel hissettiren bir yere konumlandırmayı başarıyor elbette; hâlâ bize bolca tatmin duygusu aşılıyor. İstikrarsız bir denge söz konusu. Hayatlarımızda hem bir ikilik, hem de boşluk yaratıyor.

Arada bir kendimizi sanatımızdan çekersek hayatlarımızın daha basit olacağı fikri hepimizi dürtüyor, bu da aslında güzel ve değerli bir şey. Öte yandan bireyler olarak tabiatımızı göz önüne alınca biraz daha içgüdüsel yaşamayı sevdiğimizi fark ediyoruz. Bu albüm de özünde o iki duygu arasında bir uyum bulmaya çalışmakla ilgili. Bir yandan ayaklarımız toprağa sağlam bassın, evimizde ailelerimizle bir yaşam kuralım; bir yandan da şekillendirdiğimiz platform aracılığıyla daha karanlık duyguları keşfedelim.

Sahi, o albüm kapağı tam olarak nasıl yaratıldı?

Arkadaşımız Beck ile konuştuk. Kendisi maceraperest biridir, bu fikirle ilgilenebileceğini biliyorduk. Konuştuk, ona hızlandırılmış hava dalışı kursu aldırmayı teklif ettik, sonra da alıp çölün ortasına götürüverdik. Bir hafta orada yaşadı, kendi başına hava dalışı yapmayı öğreneceği özel dersler aldı. Sonraki hafta biz de çöle uçtuğumuzda artık sertifikası vardı. Film endüstrisinde saygın konumda olan bir görüntü yönetmeniyle (Craig O’Brien) çalıştık. Görevimiz Tehlike gibi kapalı gişe filmlerde çalışmış biriydi. Onunla irtibat kurup bu fikre ne kadar heyecanlandığı görmek bizi onore etti. Baktığında normal işlerinden daha küçük ölçekli bir projede çalışmasına rağmen çok hevesliydi. Fikir konseptini ortaya koyan ve Beck’in kostümünü tasarlayan Aidan (Pontarini), Berlin’den uçup geldi. Uçağa bindi, atladı, biz de her şeyi kaydettik. Sanırım Beck toplamda dört atlayış gerçekleştirdi. Dört farklı kamera birimimiz vardı, cidden hiçbir zahmetten kaçınmadık. Elimizden gelen her şeyi, fikrin ne kadar absürt olduğunu bile bile ortaya koyduk. İhtiyacımız olanı aldığımızı hissedene dek bu görevden ayrılmak istemedik. (gülüyor)

Harika hikâyeymiş. Tam da aklımdan Beck’in fotoğrafta Tom Cruise gibi bir havası olduğu geçiyordu, sonra sen gelip Görevimiz Tehlike’nin görüntü yönetmeniyle çalıştık dedin. (gülüşmeler)

Evet. Acayip bir deneyimdi.

Senin için sırasıyla hareket hâlinde ve durgun olmanın en iyi yönleri nelerdir?

Spektrumun iki ucu… Komik bir durum aslında ve vereceğim cevapta sürekli turnede olduğum için duygularımla konuşuyor olabilirim. Herkesin bu duyguyu paylaşmadığını da biliyorum. Örneğin kardeşim önüne ne atsan kolayca adapte olur. Sanırım bu şekilde her şeye alışan birçok insan var. Bense ne zaman yollara düşsem mücadeleye sil baştan atıldığımı hissediyorum. Her zaman uyum sağlamıyorum; bazen sadece yontuluyorum. Anca evime döndüğüm vakit şöyle dönüp bakınca yaşadıklarımın kıymetini kavrayabiliyorum. Hayat, düzensiz bir süratte var oluyorsan sadece geriye dönüp baktığın vakit anlaşılabilir. Yoldayken evimi özlüyorum; köpeklerimi, eşimi, rutinimi…  Sanırım şu an soruna zıt bir bakış açısından cevap veriyorum, olumsuz kısımları listeleyip duruyorum. Kanada’da bir deyişimiz vardır: “Çitin ötesindeki çim daima daha yeşildir.” Hepimiz bu kavrayışlarla yoğuruluyoruz.

Sanırım bir yere seyahat ediyorken anı oracıkta yaşamak oldukça önemli, ne de olsa dünya fani. Gittiğimiz bir şehre tekrar gidecek miyiz bilmiyoruz. Örneğin sanırım iki yaz önceydi, İstanbul’da konser vermiştik. İnanılmaz bir deneyimdi, dünyamızı sarsmıştı. Geri dönecek miyiz hiç bilmiyorum, ama zihnime öyle bir kazınmış ki bir şeyleri deneyimleme biçimimi değiştirdi. Seyahat ederken alttan alta, fizyolojik diyebileceğimiz bir düzlemde çok fazla şeyi sineye çekiyorsun. Eve döndüğünde bunun nasıl açığa çıktığını, çevreni algılayışını nasıl değiştirdiğini gözlemlemek eğlenceli oluyor. Değerlerin, kıymetini bildiğin şeyler değişiyor. Evet, her şey algıya bakıyor.

İstanbul konserinizden bahsetmişken o zamandan neler hatırlıyorsun?

Orada geçirdiğimiz vakit çok boyutlu bir biçimde aklıma kazınmış. Kokular, manzaralar, hisler… Oralı değilim, memleketim Kanada adlı bambaşka bir ülke. Hâliyle yaşadığımız her şey radikal derecede farklıydı.  Sanırım çok da aşina olmadığım ortamları özellikle dibine kadar yaşamaya çalışıyorum. Çok şey yaptık. Bir haftaya yakın şehirdeydik. Avrupa’dan Anadolu Yakası’na geçtik, cami gezdik, sokaklarda bol bol vakit geçirdik. Dört bir yanımdaki tarihi ve o sokaklardaki yoğunluğu hissetmeden edemedim. Sonuçta çok uzun bir süredir çeşit çeşit medeniyete ev sahipliği yapmış bir bölge. Bir de benimki ile kıyasla: Kanada hepi topu 150 yıllık bir ülke. Bambaşka bir deneyim bu. Her dakika tarihi bir ana adım atıyormuş gibi hissettim, bu cidden çok baskın bir histi. Bize çevreyi gezdiren insanlarla tanıştık, o da muhteşemdi.

Şehirde neredeyse bir hafta kalmanız da güzel olmuş. Turnedeyken tek bir şehirde birkaç gün kalmak bile zordur çoğu o zaman.

Evet. Hem o konuda, hem de bizi ağırlayan insanlar konusunda çok şanslıydık.

Şahsen yeni albümünüze bayıldım. Red Mile’a gelen ilk tepkiler konusunda ne düşünüyorsun?

Eleştirilerle, tepkilerle kurmak istediğim ideal ilişki kendimi onlardan tümüyle ayrı tutmaktır; ama bunu oldukça zor buluyorum. Gelen tepkilerin bazılarını inceledim, sanırım ortada fikir ayrılıkları var, ki bu öngörülebilir bir şey. Bana kalırsa istemsiz bir şekilde hayranlarımızı sürekli zorluyoruz; kimilerini kaybediyor, yenilerini kazanıyoruz. Aslında “hayran” kelimesini çok sevmem bile ben.  Bizi dinleyen, bizimle ilgilenen insanlar diyelim. Yarattığımız şeylerin anlatısında ilginç bir şeyler bulan insanlar… Bence Crack Cloud deneyimi asla çizgisel seyretmiyor. Belli bir sound’a ya da estetiğe bağlı değiliz. İş daha ziyade belli bir albüm üstünde çalışmaya başladığımızda hayatta bulunduğumuz konumun bir felsefe olarak içeriğe ne şekilde sirayet ettiğinde bitiyor.

Red Mile bizim için son derece tatmin ediciydi, grubun ve bulunduğumuz yerin bir psikoanalitik göstergesiydi. Sıradaki albümümüzse biraz daha… Kim bilir? Teorik olarak bundan çok farklı tınlayabilir, ama Red Mile’ın bize grupça çok güzel hizmet ettiğini de biliyorum. İki ay boyunca da turnesine çıkacağız. Bir bakıma yolculuğu daha yeni başlıyor. (gülüyor) Yine de kendisiyle bağlantımı koparmakla hiçbir sorunum olmadığını belirtmeliyim. Ne zaman bir albüm yapsak kendimize dair kavrayışımız gelişiyor, bu yüzden yola devam ediyoruz.

Crack Cloud’un yolculuğu çizgisel değil dedin. Bence hayatta hemen hemen hiçbir şey çizgisel ilerlemiyor. İyileşme olsun, büyümek olsun…

Kesinlikle. Bunu anlamamız biraz vakit aldı. Geçmişte bağımlılıkla mücadele etmiş biriyim, benim için de çizgisel gitmedi her şey. Bir ilerleme sadece işte. Bazen çember çizerek de ilerleyebiliriz.

Bu albümden yaratması en kolay ve en zor olmuş birer şarkı seçseydin bunlar hangileri olurdu?

“Ballad of Billy” kesinlikle albümün en zahmetsizce ortaya çıkan şarkısıydı. Kardeşim Will’in yazdığı ilk şarkı, bir Crack Cloud albümüne de sunduğu ilk katkıydı. Akorları, şarkıya dair vizyonu sundu; biz de birkaç saat içinde parçaları birleştirip bir şarkıya dönüştürdük. Bir provada kaydettik, o kadar basitti her şey.

“Crack of Life” beste olarak uzun zamanda ortaya çıktı. Şarkı yazımı anlamında gerçek bir labirentti. Doğru bestesel altyapıyı ve progresyonu oturtmak başlı başına zordu. Sesleri ve nasıl sunacağımızı çözmek de. Birkaç farklı şekle büründü. Sanırım biraz daha Tough Baby albümünde uyguladığımız metotla yaklaştık orada işe. O albüm yapımcılık boyutunda yoğundu, şarkıları sürekli yapıbozuma uğratıp baştan inşa ediyorduk. “Crack of Life” da yazdığımız ilk şarkı olsa gerek, demek ki henüz öyle bir yapımcılık mentalitesini üstümüzden atamamışız. Albümün kayıtları sürdükçe biz de giderek gevşedik, sonunda kendimizi canlı performansa yakın bir ruha teslim ettik.

Streaming platformunun şarkı dinleme geçmişine göz attığında karşına çıkan son üç şey nedir?

İşime giderken dinlemişim dinlediğim son şarkıyı, o da Pat Metheny Group’tan “Last Train Home” adlı bir şarkı. Still Life (Talking) albümlerinde yer alıyor. Bir western füzyon soundtrack’i olarak özetlenebilir. Ondan önce Bruce Springsteen’den “Downbound Train” var. Son olarak da Dido’dan “White Flag.”

Sence şimdiye dek Crack Cloud ile geçirdiğin vakit zarfında kendini ruhani anlamda en iyi hissettiğin an neydi?

Durmaksızın bir coşku içindeyim diyebilirim. Ruhsal olarak konuşacak olursam bir yandan devamlı bir çatışma söz konusu. Alttan alta daima bir katarsis mevcut, bir yandan da beraberinde bir anksiyete ve özirdeleme hâli geliyor. Şu anda kafamdaki soru şu: Her şeyiyle tamamen huzur içinde hissettiğim bir an var mıydı?

Müzik videolarımızın çekimi için setteyken daima çok fazla güzel an yaşıyoruz, hep katartik bir tecrübe oluyor. Özellikle de son sahneyi çektiğimiz an; çünkü bizim için bir video çekmek, albüm üstünde çalışmak kadar zahmetli. Kendi içinde minik birer albüm gibiler hepsi, hareket halinde parçaları var. Her video çektiğimizde ailecek buluşmuş gibi hissediyoruz. Kısacası sanırım kendimi en yüksek hissettiğim an, video çektiğimiz anlar oluyor.

Stüdyodayken de iyi hissediyorum sanırım. Kimine sorsan katarsisi en iyi konserlerde hissediyorum der. Benim gözüm hep onun ötesindeydi. Stüdyoda ya da sette yaratıcı olmak bana daima daha fazla şey kattı.

Bir kolektif olarak görsel kimliğinize işitsel kimliğinizle eşdeğer önemi vermeniz oldum olası çok hoşuma gitmiştir.

Evet, bence hiçbir zaman bir medyum bizim için diğerinden önemli olmadı, bir medyuma yakınlığımız diğerinin önüne geçmedi. Hep simbiyotik bir ilişki söz konusuydu, bu ilişki kendimizi ifade biçimimizin anahtarıydı.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Crack Cloud’un anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?

Şu aşamada yazdığım şarkı sözleri, hepi topu bu yaşamdaki deneyimlerimden çıkan bir bilinç akışı gibi geliyor. Sanırım son şarkı sözümü yazana kadar hikâye bitmiş olmayacak. Ama bugün ölecek olsaydım-

Aman diyelim. (gülüşmeler)

Ve dünyada geçirdiğim zamanı güzelce temsil edecek bir söz seçmem gerekseydi… Ah ya. Buna cevap verebilir miyim bilmiyorum. Gerçekten bilmiyorum. (gülüyor)

Crack Cloud’un Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.