1957-1963 yılları arası çeşitlilik, yenilik ve popülerlik açışından caz müziğin yaşadığı en zengin yıllar sayabileceğimiz bir aralık. Bu dönemin nasıl geliştiği ve nelere yol açtığı ise oldukça enteresan detaylarla dolu.
Belli açılardan 1920’ler de caz müziğin altın çağı olarak değerlendirilebilir. Big Band dediğimiz, kendini adıyla açıklayan, büyük orkestraların karnaval müziği gibi coşkulu ve hareketli tarzda çaldıkları müzik türü döneme damga vurdu. Birçok dönem filminde de zengin ev partilerinde canlı müzikle dans ettiren bu orkestraları bolca gördük. Amerika’da 1929 alkol yasağı ile birlikte devasa parti kültürü söndü, bununla birlikte big band caz trendi de aramızdan ayrıldı. Sonrasındaki 20 yıl boyunca kısaca basit ve monoton diyebileceğimiz swing jazz müziği ortama hakim oldu. Kendisinden sonra oldukça fazla müzisyeni, hele de favorilerimden Charles Mingus’u etkileyecek “Bird” lakaplı Charlie Parker hariç kimse tamamıyla devrim niteliğinde bir iş çıkarmadı. Thelonious Monk ve Dizzy Gillespie de aynı dönemde yenilikçi olan yegane isimlerden sayılabilir.
Bu durum 1952 yılına kadar ilerliyor. O sene yaşanan hadise ise Modern Jazz Quartet‘in kurulması. Klasik swing ve bop sınırlarını aşmaya başlayan ekip adını da taşıyarak modern caz için temel taş konumuna geldi diyebilirim. Eski caz standartlarını yorumlayan ve taşıyan ama bunu cool jazz ve bebop‘un başlangıcını da temsil eden bir biçimde uyguladılar. 1950’lerin başında kendine isim yapmaya başlayan efsane saksafoncu Sonny Rollins ile Modern Jazz Quartet’in ortak albüm yapmasıyla da birlikte işler değişti. Sonny Rollins caz tarihinin -hâlâ da yaşayan- en iyi doğaçlamacısı olarak anılıyor. Bu durumun meşhurlaşmasıyla da hard bop, free jazz, avant-garde jazz, spiritüel caz ve daha nice tür dallanıp budaklanmak için ihtiyacı olan ortamı sonunda bulmuş oluyor.
Bundan bir film çıkarıyor olsaydım en başta hikâyeye Columbia plak şirketinin Miles Davis’e uzun vadeli bir işbirliği teklif etmesiyle başlardım. Davis 1957’de, hâlâ Prestige plak şirketi ile anlaşmalarından dolayı kendileriyle yapması gereken belli bir sayıda albüm olsa da, Columbia’nın teklifini kabul ediyor. Böylece Kind Of Blue gibi albümleri yapacağı evreye ve olağanüstü işbirliklerine yol açılıyor. Mevzubahis bu altın çağı açan yegâne albüm diyebiliriz. John Coltrane’i de içeren Miles Davis Quintet’in ilk dörtlüsü ile 1959’a kadar albümleri de bir yandan çıkmaya devam ediyor. Eroin bağımlılığıyla baş etmek ve birlikte çalışması zor olan bir hâlde olması gibi nedenlerle 1960’da John Coltrane gruptan çıkıyor ve grubun üyeleri tekrardan oluşturuluyor. Bir yıl sonra John Coltrane grup lideri olduğu John Coltrane Quartet ile oldukça popüler olacak başka bir projeye adım atıyor ve A Love Supreme veya Duke Ellington & John Coltrane gibi çok satacak solo kayıtlar çıkarıyor. Bu şekilde tüm caz müzisyenleri sürekli birbirleriyle projeleri için yeni gruplar oluşturuyor, dağıtıyor ve her yerde oluşan bu yeni formasyonlar çeşitlilik ve deneysellik konularında çok hızlı büyüyen bir fenomen yaratıyor.
Bu gelişmeler içerisinde Türklerin de ciddi bir katkısı var. Burada Atlantic Records demem yeterli, ama ben konuyu açacağım. Led Zeppelin’den Aretha Franklin’e, Ray Charles’tan Yes’e her türlü müzisyeni el üstünde tutup büyütmüş bir plak şirketi söz konusu. Kurucusu Ahmet Ertegün. Hele ki bahsi geçen yıllarda siyahilerin herkesle çalışabilmesi mümkün değilken caz müzikle ilgilenen ve çatısı altına alan Ahmet Ertegün, sözünü geçirdiğim insanların birbiriyle eşleştirilmesi ve albümlerin yapılabilmesi konusunda büyük yardımlarda bulunuyor. Ülkemizle bağlantısı sebebiyle burada da yayılması konusundaki kilit isimlerden.
Bu yıllarda enstrümental caz açısından adıyla ve işleriyle en çok öne çıkmış insanlar Coltrane ve Davis olmakla birlikte, başka ikonik ve hızla yayılan kayıtlar da aynı dönemi paylaşıyordu. Sadece özetleyecek olursam bile anmakla yükümlü olduğum isimler oldukça fazla. Chet Baker, Dave Brubeck, Cannonball Adderley, Art Blakey, Oliver Nelson, Paul Chambers, Clifford Brown, Bill Evans, Max Roach, Sun Ra, Kenny Dorham ve çok daha fazla isim onlarca yıl boyunca devam edecek caz müziğin ilham kaynağı olan başlangıcı yarattılar.
Tüm bu olanlar vokal caz için de geçerliydi. Aynı dönemde başlayan easy listening dediğimiz vokal caz müziği hâlâ popüler olarak dinlenmeye devam ediyor. 50’ler sonunda televizyonlarda çok görülen müzik figürlerinden Frank Sinatra, Ella Fitzgerald gibi isimlerin yükselişleriyle; Louis Armstrong gibi klasik isimlerin artık ikon haline gelmiş olmasıyla ve tabiri caizse salon cazını yaratmalarıyla hiç benzeri oluşmamış, yıllarca sürecek bir trend de varoluşunun zirvesindeydi diyebilirim.
1963 sonrasında da birkaç yıl devam eden, hakkında filmler ve belgeseller yapılan, adeta reform dönemi olan bu ortam; çoğu ismin arka arkaya vefat etmesi, kalanların da yenilik arayışıyla fusion, jazz funk veya acid jazz gibi farklı türlere dönmesiyle aynı ihtişamı bir daha yaşayamadı. Rock müziğin yükselmesi ve Quincy Jones gibi caz müzisyenlerinin para kazanmak için stüdyo müzisyenlerine dönüşmesi de bunda yadsınamayacak bir faktördü. Üstünden 80 yıl geçmesine rağmen hâlâ milyonlarca dinlenen ve müzisyenleri etkilemeye devam eden bu dönem, müzik tarihini köküyle değiştirmiş en radikal ilham kaynaklarından biri olmaya devam ediyor.