İstanbul Film Festivali nisan ayı seçkisine giriş yaptık.
Resmen festival dönemindeyiz! Hatta bu döneme gireli bir ayı geçiyor. Altın Küre’yi gördük, Berlin bitti, bir hafta önce SİYAD bile dağıtıldı, önümüzde de hala beklenen heyecanlar var, mesela Oscar… Ama onun hakkında başka bir zaman yazmak istiyorum. Şimdi taze taze daha başlayalı birkaç gün oluvermiş, çok değerli İstanbul Film Festivali’mizden bahsedelim istiyorum.
İstanbul Film Festivali geçtiğimiz sene bu günlerden itibaren, daha biz pandemi gerçeğiyle baş etmeye alışamadan online seçkiler yayınlamaya başlamıştı. İzleyip geçen seneleri yad etme fırsatı bulduğumuz ilk seçkinin üzerinden bir yıl geçtiğini fark etmek ne kadar enteresan. Neler yaşamadık ki bu yıl? İstisnasız her platform evlerinde kapalı kalmış bizleri kendisine çekmek için türlü yayınlar yaptı: Koleksiyonlarını açanlar, uluslararası bedava gösterimler yapanlar, indirim ve kampanyada sınır tanımayanlar… Çeşitli yollarla olan bu izleyici çekme çabaları sonunda kimimizi sinefil yapıverdi, kimimizi ise ajandalarında alt alta yazılmış ama sonra unutulup gitmiş etkinliklerin arkasından boynu bükük bıraktı. Ne olursa olsun bir şekilde bu yılı arkamızda bırakmış bir halde yeni bir İstanbul Film Festivali’nin haberiyle keyiflendik.
Festival ekibi nisan ayı boyunca her hafta perşembe, cuma, cumartesi, pazar günleri birer film yayınlanacak 20 filmlik bir seçki planlamış. Geçtiğimiz hafta erişime açılan ilk dört filmi görmüş bulunduk. Bir tanesi ben bu yazıyı yazarken daha yeni konduğu için onu izleyemedim, ilk yayınlananı da o gün birkaç sebepten kaçırdığım için izleyememiş bulundum. O yüzden izleme fırsatı yarattığım iki filmden biraz bahsetmek istiyorum size: After Love ve The Dog Who Wouldn’t Be Quiet.
Festival kapsamında izlediğim ilk film The Dog Who Wouldn’t Be Quiet oldu. Filmin benim adıma bir hüsran olduğunu söyleyebilirim. Ne yazık ki film konusunu okuduğumda beni ne kadar heyecanlandırdıysa, son dakikasında da o kadar anlamsız bir yerde bıraktı. Aralara konan çizim anları, metaforik olmaya gayret eden hikaye anlatıcılığı her ne kadar beni tutacak gibi hissettirdiyse de filmi bir bütün halinde tutan akışı eksik bulduğumu söyleyebilirim. Baş karakterimizin başına gelen bin bir felaketi gösteren film elbette ki 2021’de yayınlanan bir filmden “beklenebileceği” gibi içinde dünyayı kasıp kavuran bir hastalığı da barındırıyor. Ben şimdiden bu dönemle alakalı bir şeyler üretmenin daha olanı biteni sindirememizden kaynaklı erken olduğunu düşünüyorum. Öyle ki pandemi konseptini bir işin içinde gördüğüm zaman bir yabancılaşma, kendi deneyimime dönme sebebiyle de eğer izlediğim şey bir filmse bu izlediğim filmin gerçekliğinden ve anlatımından uzaklaşma yaşayabiliyorum.
Seçkiden izlediğim bir diğer filmse After Love oldu. The Dog Who Wouldn’t Be Quiet ne kadar soru işaretleri yarattıysa ikinci filmim olarak gelen After Love beni o kadar estetik zevkten dört köşe hale getirdi. Tamam, biraz abarttığımın farkındayım. Ama hikayenin kurgulanışındaki göze parmak olmadan daima canlı tutulan merak duygusuna kapılmamak ve anlatıdaki sırların verilişindeki özeni görmemek elde değil. Öte yandan, seyirci bir noktada kendini baş karakterimiz Mary ile beraber düşünürken, onunla hareket ederken buluyor ve tam o anda kalbimiz paramparça olsa da film göz yaşlarımıza asla ama asla izin vermiyor. Bu benim oldukça takdir ettiğim bir yaklaşım oldu filmde, bu denli yoğun ve yüksek duyguları vererek seyircide bir sağaltım yaratmamayı tercih etmek ve bunu başarmak, hele bir de Mary gibi seyircinin oldukça rahat bir şekilde empati kurabildiği bir karakteri anlatarak bunu başarmak bana oldukça başarılı geliyor. Zor deneyimlere şahitlik ettiğimiz bu film bizi o duygulardan herhangi birisinin içine hapsetmekten ziyade hikayenin rüzgarına kapılma anlamında serbest bırakıyor ve bu şekilde de seyirci yüksek bir estetik haz yaşayabilmiş olarak kalkıyor filmin başından.
Önümüzde daha izlenecek çok film var. 2021’in getirdiği sayılı güzelliklerden olmasını dilediğim İstanbul Film Festivali’nin programını heyecanla bekliyor olacağım.