Ben tren garında buluşalım istemiştim aslında. Otogarlardan daha şiirsel bulurdum. Yıllar sonra lise aşkımla buluşmak için güzel bir mekan olurdu ama tren bileti bulmak için geç kalmıştım. Ankara-Eskişehir arası hızlı trenin yeni çıktığı ve çok popüler olduğu zamanlardı. Neyse, otobüs de fena fikir sayılmazdı. Trenler gibi şiirsel değildi, ama en azından hüzünlü bir arabesk havası vardı yine de.
Ben Ankara’da öğrenciydim, uzatmaları oynuyordum ve o sene mezun olacaktım. O ise benden bir dönem önce mezun olmuş, Ankara’ya yakın bir ilde askerlik yapıyordu. Sanıyorum askerliği rahat geçiyordu ki bir akşam facebook’ta saatlerce sohbet edebilmiş ve nihayetinde de “yıllar sonra bir haftasonu buluşmak üzere” sözleşmiştik. Sen mi buraya gelirsin, ben mi senin yanına geleyim müzakeresine hiç girmemek adına da tarafsız bir bölgede, Eskişehir’de buluşmaya karar vermiştik. Lisenin ilk iki yılı sevgilimdi, gözüm ondan başka kimseyi görmezdi. Ama tabi bu; Şebnem Ferah, Duman ve Teoman şarkıları ile pompalanan arabesk duygular ışığında, daha çok kendi içimde yaşadığım bir aşktı. Tam bir melankolik kız, serseri erkek ilişkisi yani. Ben ne kadar hassas ve duygusal isem o da bir o kadar umursamaz ve duyarsızdı. Sonra ailesinin işi sebepli başka bir şehre taşınmış, bir yılımız ayrı ve dargın geçmişti. Lise üçüncü sınıfın yazında ziyarete geldiğinde de buruk bir son görüşmemiz olmuştu. Üniversiteyi okuyacağımız şehirler belliydi, yollarımız bir daha kesişecek gibi durmuyordu. Zamanla daha da uzaklaştık, iyice koptuk birbirimizden. Yıllar sonra böyle bir hikayeyi canlandırmaya çalışmanın anlamsız bir çaba olduğunu da biliyordum içten içe aslında ama; bence herkesin geçmişinde kayırdığı, hep ayrı tuttuğu birileri, o zamanlar depresif olsa dahi güzel hatırlamaya meyilli olduğu bir dönem vardır ya hani, işte benim için”ilk aşk” ve “lise yılları” bunun daniskasıydı. Zaman geçti, araya başka bir şehirde geçen üniversite yılları ve farklı dertler, bambaşka insanlar girdi, çok başka boyutlarda aşk acıları çektim, çektirdim, aynı kalan şeyler oldu, değişen şeyler oldu ama onun bendeki yeri nedense hep bir başka oldu. Tıpkı lisede iken dinlediğim Teoman, Şebnem Ferah, Duman şarkılarının üniversite yıllarında indie grup şarkılarına veya alternatif rock müziğe evrilmesi gibi hislerim de başka duygulara, tatlı nostaljilere evrildi, ama hiç kaybolmadı.
Otobüse bindim, spotify teknolojisi Türkiye’de yoktu henüz. Emektar bir Mp3 playerım vardı onun yerine, karışık cdler vardı. Lise yıllarımın müzik arşivimden kendimce bir best of hazırlamıştım. Bir kendime bir de ona. Lisedeyken en romantik etkileşimimiz öğle aralarında veya boş derslerde kulaklıkla aynı müziği paylaşarak test çözmekti. O bana çözemediği matematik, geometri sorularını sorardı, ben de ona fizik ve kimya. Bazen de sırf muhabbet olsun diye aslında çözümü bildiğimiz problemleri konuyu anlamamış gibi sorduğumuz olurdu birbirimize. Şimdi düşününce sanki o zamanlar daha mutluydum gibi gelir bazen. Neyse, konumuz bu değil…Cam kenarı yerime oturdum, başımı cama yaslamış ve moda girmiştim bile. Heyecanlıydım, çünkü zamanında daha çok seven, daha çok üzülen ve en nihayetinde de hep terk edilen taraf ben olmama rağmen facebookta beni bulan, konuşmayı başlatan, buluşmak isteyen, beni çok görmek istediğini söyleyen oydu bu kez. Bir garip hissediyordum, içinde bulunduğum durumu anlamlandıramıyordum. Müziklerle hafızamı diri tutmaya çalışıyordum. O ilk aşk burukluğunu aynen yaşatmaya uğraşıyordum sanırım içimde. Üzerinden seneler geçtikten sonra, “abi Şebnem Ferah da çok ergen yaaa” dediğim dönemlerde yine başa ala ala “Bu aşk fazla sana”, “sigara”, “mayın tarlası” falan dinlememin başka bir açıklaması olamazdı herhalde.
Hem heyecanlı, hem tedirgin, bol müzikli, otobüs camından biraz hülyalı biraz kederli uzak manzaralara bakmalı yolculuğum sona erdi. Otobüsten indim. Telefonda konuşmayı oldum olası sevmem, yazışmayı tercih ederim. İndim ben, sen neredesin yazdım. Whatsapp da yok, sms ile. “Kaçıncı peron, geleyim ben” dedi. Durup beklemek istemedim, “Yürüyorum ben şimdi 13 numaralı perondan girişe doğru. Buluşuruz ortada bir yerlerde” dedim. Ortada bir yerlerde buluşmak huy olmuştu galiba.
Önce uzaktan gördüm, sonra önüme bakarak yürüdüm ve buluştuk nihayet. Buluşmayı planladığımız o günden beri ilk gördüğüm an hissedeceğimi merak ediyordum ya, işte tam da o an gelmişti. Üzerimizde lise formalarımız olmayan halimizi garipsedim biraz. Sanki başka birisiymiş gibi, ama değil gibi. Tedirgindim, bir de hafif bir burukluk ve tuhaflık vardı üzerimde. Ancak bu muğlak kelimelerle tanımlayabiliyorum. Tedirgindim, çünkü her şey karmakarışıktı içimde. Aynı heyecanı duymak istiyordum takıntılı bir şekilde ama aslında lise yıllarında yaşadığım o hayal kırıklığını da o an tekrar hatırlamaktan ve hala aşık olduğumu falan fark etmekten korkuyordum sanırım içten içe. Başa dönmüş, hiç yol kat edememiş olacaktım çünkü. Kendimi yokladım, değildim, hala aşık değildim neyse ki, hem sevindim hem üzüldüm. Buruktum, gözümün önünden sahneler aktı, pazartesi sabahları istiklal marşı okunmadan önce gelmiş mi diye okul bahçesini kolaçan etmeler, ders aralarında göz süzmeler, bahar aylarında bahçede voleybol oynadığımız öğleden sonraları, kaçamak tebessümler, okul çıkışları, birbirimizin sözlerinde mana aradığımız konuşmalar… Güzel zamanlardı. Çok farklı olabilirdi her şey. Kaderde yılar sonra ikimize de alakasız bir şehrin otogarında böyle buluşmak varmış, ne diyeyim. Tuhaftım, e benim burda ne işim vardı? Ne umuyordum, ne bekliyordum? Niye gelmiştim ki? Ne yapacaktık şimdi? Mantıklı ve analitik olan sol beyindi sanırım, idareyi ele almak için bir hamle girişiminde bulunmuştu ama biraz geç kalmıştı. Gülümsedim, içimden geldi sıcacık gülümsedim. Onu görünce öyle olurdu hep. Şimdi alakasız bir zamanda, saçma sapan bir yerde bir sokakta karşıma çıksın, yine aynı şekilde gülümserim eminim. Dedim ya, herkesin geçmişinde kayırdığı, hep ayrı tuttuğu birileri vardır. Sarıldık birbirimize, “hiç değişmemişsin” dedi. İnsan nasıl görmek isterse öyle görüyor, nasıl görünmek isterse de öyle görünebiliyor bazen. Değişmez olur muyum, tabi ki değiştim. Sen de değişmişsin ama neyse şimdi şu an bunu dillendirmek çok da elzem değil 🙂
Yoldan gelince genelde “aç mısın?” diye sorulur nedense hep. “Çok aç değilim ama yerim bir şeyler.” dedim. Saat öğleni biraz geçiyordu, fazla düşünmeden standart, lezzetsiz cafe yemekleri olan alelade bir yere oturduk. Ne yediğimi hatırlamaya çalıştım şu an ama hatırlayamadım, ki hafızam da çok kuvvetlidir. Gerçekten alelade bir şeyler yemişim ve o anı geçirmek için yemişim demek ki, kalmamış aklımda. Gözleme, sigara böreği, elma dilim patates gibi bir şeyler olabilir, emin değilim. Sonra yürüdük, hava güzeldi. Aylardan mayıstı. Parklarda bahçelerde öyle amaçsızca gezdik. Devrim arabalarından konuştuk, müzeye gittik. Saçma sapan, hiç bir işlevi olmayan magnetler aldık. Bir kaç dükkan, pasaj, sahaf dolaştık, filmlerden bahsettik. Ona bir “Çavdar tarlasında çocuklar” kitabı alıp hediye ettim. Çok sevdiğimi, mutlaka okumasını istediğimi söyledim. Gereksiz bir hareketti aslında, beğeneceğini hatta hakkını vererek okuyacağını bile düşünmüyordum ama nedense o an öyle gelişti, çok sevdiğim bir kitabı okusun, beni farklı bir gözle görsün, anlamaya çalışsın istedim. Havadan sudan konuştuk. Eskileri konuşmayı akşamüstü birasına saklıyorduk sanırım ikimiz de, anlaşmışız gibi bir süre hiç konusu açılmadı. O askerlik şartlarından, günlerinin nasıl geçtiğinden, askerlik bitince neler planladığından falan bahsetti. Ben de okulu bitirmeye çalıştığımı, önümüzdeki finallerde bir aksilik çıkmazsa mezun olacağımı ama net bir planım olmadığını, nerede iş bulursam oraya yerleşeceğimi söyledim. Böyle formalite sohbetlerle zaman öldürdük, biraz ortam ısındıktan ve ilk tedirginliği attıktan sonra bir iki bira içmek için yine sıradan bir pub’a oturduk. Konu nerden açıldı hatırlamıyorum ama sanki “hiç değişmemişsin biliyor musun, kaküllerin bile aynı” cümlesi ile başladı mazimize açılan sohbet. “Hala çok güzel gülüyorsun, bir şey anlatırken heyecanın, dinlerken şaşkın ifaden aynı hala” ile de devam etti. Gülümsedim, daha önce hiç duymamıştım bunları ondan. Gülümsememi güzel bulduğunu bilmiyordum bile, mimiklerime de dikkat ediyormuş meğer, bak sen şu işe! “Ben seni çok özledim biliyor musun, hiç çıkmadın aklımdan. Hep düşündüm, biliyorum seni çok üzdüm ama çok pişman oldum. Çocukluk işte, kıymetini çok sonraları anladım.” Sıra itiraflara ve günah çıkarmaya gelmişti demek! Hani derler ya, konuşsam faydası yok sussam gönül razı değil. Konuşmayı seçtim, madem yıllar sonra buluşmuşuz… “Ben seni çok sevdim, hatta birini çok sevmek ne demekmiş seninle öğrendim. O zamanlar okuduğum her kitap, dinlediğim her şarkı bizim için yazılmış gibime gelirdi. En çok da ‘İki Yabancı’, birlikte ama yalnız iki yabancı. Şanssızmışım, yanlış zaman mı dersin, yanlış insanı doğru sevmek mi dersin, çocukluk mu dersin bilmiyorum. Olmadı bizden. Çok üzüldüm, çok ağladım, çok özledim, çok istedim bir gün geri dönmeni. Ama sonra bıraktım beklemeyi. Derdimiz neydi, neyi çözemedik hala bilmiyorum. Eskiden merak ederdim, artık etmiyorum.” Zamanında aşk acısının fazlasını çeken, ulaşmaya çalışan taraf bendim ya, şimdi böyle soğukkanlı konuşmam onu hayal kırıklığına uğrattı sanırım. Yüzü düştü. İtiraf edeyim birazcık da hoşuma gitti benden bir şeyler bekler hali. Tatlı bir intikam arzusu geldi geçti içimden bir an için, konuşmayı daha da trajik hale getirmeyi düşündüm hatta. Ama kıyamadım, hatıramız güzel kalsın istedim sanırım. Oraya intikam için gitmemiştim zaten. Hoş ne için gittiğimi tam olarak bilmiyordum ama çirkinleşmenin de lüzumu yoktu.
Biraz daha konuştuk. Özlemiştim, yalan yok. Dedikodu yaptık, ortak arkadaşlarımızı andık, iyi geldi. Başkası için hiçbir şey ifade etmeyen ama bizim her hatırladığımızda güldüğümüz lise anıları işte…İngilizce hocasının çok güldüğüm için “dikkatimi dağıtıyorsun” gerekçesiyle beni dersten atması, okulca katıldığımız 19 mayıs kutlamalarında giydiğimiz berbat kostümler, kopya çektiğimiz biyoloji sınavları, okulun küflenmiş laboratuvarında deney yaptığımız kimya dersleri, kantinin leş gibi olduğu halde bize çok lezzetli gelen tavuk döneri falan filan. Üçüncü biralar bitmek üzereydi, ısınmış son yudumlar duruyordu bardağın dibinde. Ne tuhaf normalde iki birayla sarhoş olurum ama en ufak bir baş dönmesi bile yoktu. Saate baktım, 8i biraz geçiyordu. Kalkalım mı yavaştan dedim, çok geç saate kalmak istemiyorum. Olur nasıl istersen dedi. Dışarı çıktık, yürürken duvardaki afiş takıldı gözüme. “Aa Duman konseri varmış bugün” dedim istemsizce, “Aaa gerçekten…Hadi gidelim, ister misin? Hem sana bir Duman konseri borcum var sayılır, Hatırlarsın.” “Hatırlıyorum, evet!” Hatırlamaz olur muyum? Lise 1deydik sanırım, Duman’ın “Beni yak kendini yak her şeyi yak” şarkısıyla ortalığı kasıp kavurduğu dönemi. Aşk için ölmeli aşk o zaman aşk diyor ya hani, şarkıyı iliklerime kadar hissetmek için neredeyse bileklerimi keseceğim, o derece hayranıyım. Bizim evimizin iki paralel sokağında bir otel, otelin içinde de bir bar vardı, Duman orada konser verecekti ve 18 yaş sınırı da yoktu. Birlikte gitmeyi planlamıştık. Annemden zorla izin koparmıştım, “Çok yakın, hemen şuracıkta. Erkenden gelirim, sonuna kadar kalmam. Valla söz çok dikkatli olacağım. Lütfeeen, gidebilir miyim?” Ama bir gün öncesinde ekmişti beni, “Kuzenim erken doğum günü kutlaması yapacakmış, gitmezsem trip atar. Kız arkadaşın için beni mi satıyorsun der dalga geçer falan! Gelemeyeceğim o yüzden.” Biletler bendeydi, en yakın arkadaşımla gitmiştik. Eğlenmiştik yine ama içim acayip burkulmuştu. Bir daha da hiç bir konsere birlikte gitmeyi planlamadık. “Valla ciddiyim, hadi gel gidelim. Yarım saat sonra falan açarlar kapıları, bir iki saat takılır geç saatteki otobüse yetişiriz yine. Saat başı var zaten. Ne dersin?” Ne mi derim? Bir heves bir kere kursağında kaldıysa, ondan sonra ne yaparsan yap aynı heyecanı asla duyamıyorsun derim, daha başka bir çok şey derim, uzun çözümlemeler yaparım, Duman şarkılarından alıntılar yaparım, neler neler söylerim aslında ama hiç girmeyeceğim şimdi bunlara. İyisi mi biz yolumuza devam edelim. O an bazı şeylerin gerçekten sadece zamanında yaşanınca güzel olduğunu anladım nihayet. Tüm tuhaf ve anlamlandıramadığım hislerimin adını koydum resmen. “Yok, geç vakte kalmak istemiyorum. Hem zaten Duman’ı da eskisi kadar sevmiyorum, sıktı bir yerden sonra” dedim. Üstelemedi, zamanında eşeklik ettiğinin de benim çok kırıldığımın da farkındaydı daha ısrar edip eşekliğinin iyice ayyuka çıkması istemedi sanırım.
Otogara yürüdük birlikte. Perona geldiğimizde yüzüne baktım uzun uzun, belki ayrılık vakti eski aşık halim canlanır içimde diyordum, ama yok. O eski halimden eser yok, her şey tatlı bir çocukluk anısı olmuş sadece. Gülümsedim, biraz yorgun bir tebessüm oldu bu kez. Adettendir, görüşmek üzere dedim ve otobüse bindim. Görüşmeyeceğimizi ikimiz de biliyorduk. Bu da böyle bir anı olmuştu işte. Otobüs gardan çıktıktan bir süre sonra çantamda sakız ararken onun için hazırladığım karışık cd geldi elime. Hey gidi hey, bir gün öncesinden hazırlamıştım bir de ama unutmuşum vermeyi, çıkmış aklımdan. Neyse…İsabet olmuştu çok gerek de yoktu zaten. Şebnem Ferah çok haklıydı. Bu aşk ona fazlaydı. Yapacak bir şey yoktu.