Black Country, New Road: “Oppenheimer’ı Çeken Eleman…”

Black Country, New Road’dan Lewis Evans ve Luke Mark’la Zoom üzerinden bu söyleyişiyi yaptığımızda henüz mart ayının başlarındaydık. O günden beri sanki bir yıllık yaşantı gördük geçirdik. Ekibin üçüncü albümü Forever Howlong bugün (4 Nisan) itibariyle yayında, sohbetimiz ise aşağıda. İlgilisine keyifli okumalar; hepimize ise verimli boykotlar ve direnişler dileriz.

Muhtemelen bilmiyorsunuz, ama bu teknik olarak üçüncü röportajımız. Daha önceki iki sefer de Tyler (Hyde) ve Charlie (Wayne) ile konuşmuştum, bu sefer sıra sizde.

Lewis Evans: Güzel. Tanıştığımıza sevindim.

Luke Mark: Evet, ben de.

Son röportajımız 2022’deydi.

Luke: Vay be, 2022’nin üzerinden üç yıl geçti, inanılmaz.

Ayrıca Nick Cave & The Bad Seeds’in açılış grubu olarak sahne aldığınız İstanbul konseri günü sizinle yüz yüze bir röportaj ayarlamaya çalışmıştım. O günle ilgili neler hatırlıyorsunuz?

Lewis: O konser bayağı zorlamıştı bizi. Bir önceki gece Galler’deki Green Man Festival’de çalmış, sonrasında da uyumamıştık. Direkt havaalanına gittik, giden yolcu salonundaki koltuklarda bir saat kadar uyuyup İstanbul’a uçtuk. Doğru düzgün uyumamamız çok da rock’n’roll bir şey değildi bence.

Luke: Havaalanından da doğruca mekana geçmek zorunda kaldık, bize verilen yer yeşil renkte tuhaf bir toplantı odasıydı, bomboştu. Sıcak su da yoktu. Uykusuz halde kendimize gelmeye çalışırken bir şekilde duş aldık ama su soğuktu, odanın ışıkları da çalışmıyordu çünkü elektrik kesilmişti. Zifiri karanlıkta duş almak zorunda kaldık. Garip bir gündü.

Lewis: Evet, ama onun dışında İstanbul’da çok güzel vakit geçirdik, konserden sonra bir iki gün orada kalıp gezme imkanımız oldu. O kısım çok güzeldi, geçirdiğim vakti sevdim.

Zor bir gün olmuş, ama iyi bir performans sergilediğinizi hatırlıyorum.

Luke: Teşekkürler.

Lewis: Ben kulisin zemininde uyuyakalmışım. Tur menajerimiz gelip “Sahneye çıkmanız lazım!” diye uyandırdı. Resmen sahneye yerde sürüklenerek çıktım ve tüm konseri bir rüya gibi geçirdim. Orada tekrar çalmayı isteriz.

Luke: Bunu ben de istiyorum.

Bu on yılın ilk yarısında çok fazla şey gördük geçirdik. Mesela artık Black Midi diye bir grup yok. Daha geniş bir perspektifte bakınca siz ilk albümünüzü yayınladığınızda gündem pandemiydi, şimdi ise dünyanın her yerinden yükselen bir sağ politika dalgası var. Tam anlamıyla bir kaos döneminden geçiyoruz. Ben şahsen son birkaç yılı çok net hatırlamıyorum, çünkü her şey aynı anda olup bitiyormuş gibi hissediyorum. Siz de olup bitenler karşısında bunalmış hissediyor musunuz?

Lewis: Evet, son beş yıl benim açımdan adeta beş dakika gibi geçti. Pandemi kesinlikle zaman algımızı değiştirdi. Bunun yanı sıra dünyaya yayılan nefret dalgası da çok korkutucu, çok ürkütücü. Üstelik biz, yani ben ve Luke, bu nefretten dünyada en az etkilenen insanlar içindeyiz. Biz bile böyle hissediyorsak durumun çılgınlığı ciddi bir düzeydedir.

Belki kulağa biraz klişe gelecek ama grupça paylaştığınız dostluk hikayesi, tüm bu kaosun içinde yoldaşlığın gücüne olan inancımı pekiştiren şeylerden biri.

Lewis: Ne güzel bir şey söyledin.

Luke: Çok incesin. Yani, böyle bir iş yaparken bazen “Bütün enerjimi neden buna harcıyorum?” diye düşünüyorsun, çünkü açıkçası başkaları için pek de faydalı bir şey yaptığını hissetmiyorsun. Ama elbette böyle şeyler duymak güzel, çünkü aslında olayın özü bu, değil mi? Eğer böyle şeylere inanıyorsan, içindeki gücü kullanabilirsin ki bence hepimizde bu güç var. Ama bazen şüpheye düşüyorsun işte, “Gerçek bir iş yapmalıyım, insanlarla çalışıp gerçekten faydalı bir şey üretmeliyim.” diye düşünüyorsun. O yüzden bunu söylemen çok iyi oldu.

Bence yaptığınız şey müzikseverler için fazlasıyla değerli. Bununla birlikte şunu sormak istiyorum: Bu kaosun içinde detoks rutininiz nedir? Rahatlamak için neler yapıyorsunuz?

Lewis: Ben inanılmaz derecede fazla dizi izliyorum. Gerçekten abartısız söylüyorum bunu, saçma bir seviyeye ulaştı artık. Sanırım bu yıl içinde şimdiden dokuz dizi bitirdim. Bu benim detoks pratiğim. Üstelik izlediğim diziler illa kaliteli yapımlar da olmuyor. Daha çok, “Bak şu an ana sisteme sızıyorum!” tarzı repliklere sahip absürt diziler izliyorum. Böyle şeyleri seviyorum.

Luke: Ben ne yapıyorum bilmiyorum açıkçası.

Lewis: Oturup gitar çalıyorsun.

Luke: Evet, ayrıca dizi ve film de izliyorum. Bu yıl her gün bir film izlemek gibi bir hedefim var. Daha önce de denemiş ama başaramamıştım. Şimdi de programım aksamaya başladı, yetiştirmem imkânsız gibi görünüyor. Çok film kültürüm de yoktur, kendini bu konuda geliştirmiş insanlara ayak uydurmaya çalışıyorum.

David Lynch’in vefatından sonra Twin Peaks izlemeye başladınız mı?

Lewis: Hayır, henüz başlamadım. Ama zaten şu an izlediğim şeylerin kalitesine Twin Peaks fazla gelir sanırım.

Luke: O zaman ikinci sezonun ortaları tam sana göre! (gülüyor)

Lewis: Evet, haklısın. O kısımlarda dizi biraz garipleşiyor, değil mi? Kesinlikle listeme eklemem gereken bir dizi, izlediğim kadarına bayılmıştım. Sadece bir kez izleyip yarım bırakmıştım.

Luke: Ben de The Return’ü izlemeyi planlıyordum, ama hâlâ başlayamadım. Muhtemelen gelmiş geçmiş en iyi şeylerden biridir ama ben hâlâ izlemedim. David Lynch’i çok severim ama hep “Sonra izlerim.” diye erteledim. Şu an ilk kez The Sopranos izliyorum, ona odaklandım. Bakalım, belki onu bitirince…

Forever Howlong’da yoğun bir progresif folk havası var. Hem neşe hem karanlık var albümün içinde, aynı zamanda bana Robert Wyatt’ın işlerini hatırlatan bir şeyler de var. Ama önce albüm kapağını sormak istiyorum. Kapakta gördüğümüz karakter albümün ruh halini yansıtan yeni bir maskotunuz mu?

Lewis: Evet, bence albümün ruh halini yansıtıyor. Parlak ve mutlu bir havası var. Gerçi içinde çok da karanlık bir yan göremiyorum.

Luke: Tekli kapaklarında daha fazla karanlık var.

Lewis: Evet, doğru. Robert Wyatt referansını sevdim, çok güzel bir benzetme. Daha önce hiç aklıma gelmemişti. Wyatt’ı ve işlerini çok severim.

Albümün yaratım sürecini düşündüğünüzde ortaya çıkarması en kolay ve en zor olmuş iki şarkıyı seçseniz bunlar hangileri olurdu?

Luke: En zor şarkı muhtemelen albümle aynı ismi taşıyan “Forever Howlong” idi. Bizim için yepyeni bir süreçti, hepimiz aynı enstrümanı çalıyorduk. İlk kayıt sürecinde bazı zorluklar yaşadık çünkü parçayı recorder’la çalmayı planlamıştık, ama kayıtta icramızdan yarım ton daha yüksek bir formda kaydetmek istiyorduk. Bu yüzden stüdyoda bazı teknik hilelere başvurmak zorunda kaldık ve bayağı karmaşık bir süreç oldu. O yüzden sanırım en zor parça oydu.

En kolay şarkı da… Belki de beste süreci açısından “The Big Spin” olabilir?

Lewis: Ama o şarkının final bölümü zordu, hatırlıyor musun?

Luke: Doğru, sonradan kullanmamaya karar verdiğimiz bir kısmı vardı.

Lewis: “Happy Birthday” çok hızlı ortaya çıktı. O şarkıyı yaparken tam bir akış içindeydik. Benim için en zor şarkı da “For the Cold Country” idi. Bunu derken şarkının aranje sürecine ve hepimizin mutlu olacağı bir noktaya ulaşmasının ne kadar sürdüğüne bakıyorum. Şarkı zaten başlı başına iddialı bir iş, ama teknik olarak da zorlayıcıydı. Yapısı çok karmaşıktı, detaylarını hatırlamak zordu. Öğrenmesi uzun sürdü. Sonrasında da hepimizin içine sinen bir aranjman bulmak ve şarkının her ölçüsünü tek tek onaylamak gerçekten zorladı. Bu süreçte bir hata yaptık, bu hata da neticede bize yaradı; çünkü bu şekilde çalışmanın bizim için ideal olmadığını fark ettik. O hata da şu: Turne sırasında soundcheck’lerde bu şarkı üzerine çalışmayı denedik. “Tamam, şimdi tam zamanı.” diye düşündük ama hiç de tam zamanı değildi. Bize hiç yaramadı.

Luke: Modumuzu düşürdü sadece.

Lewis: Hem de nasıl düşürdü. Soundcheck dediğimiz şey turnenin temposunu hissettiğin anlardan biridir. Hızlıca sahneye çıkarsın, her şey yolunda mı bakarsın, konseri verirsin, sonra inersin. Bizse bu şarkıyla uğraşmayı seçtik, herkes kulak içi monitör takıyordu, birbirimizi duyamıyorduk bile. Yeni bir şey denediğimizde düzgünce tartışamıyorduk. Ayrıca monitörlerimizi canlı performans seviyesine göre ayarlamıştık, aranjman yaparken ihtiyaç duyduğumuz seviye ise çok farklıydı. Bu da sinir bozucu bir deneyimdi. Stüdyoda ise işler farklı seyretti, o kadar zorlanmadık.

Bu albümde recorder, klavsen gibi yeni enstrümanlar denediniz. Henüz denemediğiniz ama bir gün mutlaka üstünde çalışmak istediğiniz bir enstrüman var mı?

Luke: Evet, kesinlikle. Belki biraz daha fazla klarnet kullanabiliriz. Bu albümde biraz vardı, ama daha çok üstüne düşülebilir.

Lewis: Evet.

Luke: Ben de Lewis de çalabiliyoruz, o yüzden daha fazla kullanmak güzel olurdu. O sesi çok seviyorum. Bence May’in bir 1970’ler elektronik piyanosu çalması da çok havalı olurdu. Bunu hiç denemedik, ama o sese de bayılıyorum.

Lewis: Bir ara hepimizin aynı anda gitar çaldığı bir şarkı yapma fikrine kafayı takmıştım. Bence eğlenceli olurdu, ama stüdyo kaydı için pek anlamlı bir fikir olmayabilirdi, muhtemelen sadece canlı performansta sarardı. Ama fikrin kendisini seviyorum, çünkü ekipte herkes gitar çalabiliyor, ben berbat olsam da… Bence böyle bir şey deneyip kendimi geliştirmek—ya da en azından sahnede çalacak kadar iyi hale gelmek—epey eğlenceli olurdu.

Forever Howlong‘da nostaljik bir his de var diyebilirim. Elinizde bir zaman makinesi olsa müzik tarihinden hangi ana ışınlanmak isterdiniz?

Lewis: Güzel soru.

Luke: Harika bir soru. Belki 1965’te Manchester Free Trade Hall’da gerçekleşen Bob Dylan konserine gidebilirdim. Hani bir adamın ona “Yehuda!” diye bağırdığı, Dylan’ın da “Sana inanmıyorum. Yalancısın. Sesi kökleyin!” dediği konser. Orada olmak isterdim. Bu anı A Complete Unknown filminde de gösteriyorlar, ama nedense olayın yaşandığı mekanı değiştirip “Sesi kökleyin!” dediği kısmı kesmişler. O sahne de olsaydı efsane olurdu.

Lewis: O replik filmde olsaydı Timothee (Chalamet) kesin Oscar’ı kapardı.

Luke: (gülerek) Kesinlikle.

Lewis: Ben de 80’ler ortası Swindon’a ışınlanmak isterdim, XTC’nin hit üzerine hit çıkardığı döneme. Andy Partridge’in gerçekten özel bir şeyler ortaya çıkardığı zamanlara… Ya da 1970’lerde Sandy Denny nerede müzik yapıyorsa orada olmak isterdim. O dönemde yaptığı her şey ulaşılmaz bir seviyedeydi.

A Complete Unknown filmini nasıl buldunuz? Beğendiniz mi?

Luke: Bence fena değildi. Timothee Chalamet, herkesin umabileceği kadar iyi bir iş çıkarmış. Film de iyiydi bence, şahsen tek bir itirazım var: O dönemin Bob Dylan’ı, müzik tarihinin en iyi belgelenmiş figürlerinden biri. O yıllardan kendisini içeren tonla görüntü var. Scorsese’nin belgeseli gibi kaynakları izlersen içinde hafif acımasız ama aynı zamanda inanılmaz karizmatik, çok zeki ve oldukça komik bir karakter olduğunu görürsün. Bence filmde bu karakter pek yansıtılamamış. Filmdeki de müthiş bir karakter ama onu bu kadar büyüleyici yapan şey tam olarak karşıya geçmiyor. O açıdan bir şeyler eksik gibi geldi bana.

Forever Howlong’u dinlediğimde bir filme müzik bestelemenin de size çok yakışabileceğini düşündüm -belki bir müzikal, belki başka türde bir film… Birlikte çalışmayı hayal ettiğiniz bir yönetmen var mı?

Lewis: Robert Altman ölmüştü, değil mi?

Luke: Öldü. Onunla çalışmak çok havalı olurdu. Düşünsene, Nashville tarzında bir film çekiyor ama Nashville yerine Londra’da geçiyor.

Lewis: Çok komik olurdu. (gülüşmeler)

Luke: Başka kim olabilirdi acaba? Harika yönetmenler biliyorum ama bizim müziğimiz kaçının eserine yakışabilir, emin değilim. Ama Altman’la belki bir şeyler yapabilirdik… Tabii ölmüş olmasaydı.

Lewis: Evet. Robert Altman… Ya da Oppenheimer’ı çeken eleman. (kahkahalar)

Şahsen müzik videoları izlemeye bayılırım ve albüm kapsamında şu ana kadar yayınlanan kliplerinizin ikisini de beğendim. Malum, artık MTV çağında değiliz, ki açıkçası üçümüz de o jenerasyondan sayılmayız; ama genel olarak müzik videosu izlemekten keyif alır mısınız? Çok sevdiğiniz klipler neler?

Luke: Kesinlikle keyif alırım. Son zamanlarda birkaç tane izledim. Bu albüm sürecinde isteğimiz -ya da en azından benim isteğim- birden fazla klip çekebilmekti. Önceki albümde sadece bir tane çekebilmiştik. Bazı klasiklere dönüp bakınca eskiden kliplerin ne kadar iyi olduğunu hatırladım. 2000’lerin o absürt videolarından bahsediyorum mesela. Birkaç hafta önce OK Go’nun videolarını izledim. Müzikleri kötü diyemem, benlik değil sadece. Ama klipler? Delilik resmen! Yaptıkları şeyler, yaratıcılık seviyeleri inanılmaz. Müzik videosu dediğimiz şey biraz garip bir format aslında. Filmler ya da albümler gibi “büyük sanat eserleri” olarak görülmüyorlar. Ama dönüp baktığında kimilerinde gerçekten yaratıcı şeyler var. Geçen hafta da bir sürü The White Stripes klibi izledim. “Fell in Love with a Girl”deki lego animasyonu ya da “The Hardest Button to Button”daki cadde boyunca yayılan enstrümanlar mesela, harikalar. Gençken izlediğimde cool bulduğum kliplerden bazıları bunlar.

Lewis: Ben en çok 2000’lerin başındaki R&B kliplerini seviyorum. Hani şu kaslı bir adamın atletle yağmur altında dramatik sahneler yaşadığı klipleri. (gülüşmeler) O videolar çok eğlenceliydi. Üstelik hepsi birbirinin aynısı! Bugün artık bunlara tamamen ironik gözle bakılıyor, o yüzden benzerlerini yaratmak pek mantıklı olmaz. Ama bir yanım “Keşke yapabilsek!” diyor.

Luke: Ben hiç sorgulamadan olduğu gibi kabul ederdim. (gülüyor)

Lewis: Biraz alakasız bir bilgi olacak, ama çocukken kainattaki her şarkının mutlaka bir klibi olduğunu sanıyordum. Babam bana durumun böyle olmadığını söylemek zorunda kalmıştı.

Anlıyorum seni. Genelde sadece single parçaların klibi oluyor, onlar daha çok ön plana çıkarılan, göz önünde olan şarkılar. O yüzden tüm şarkıların birer klibi olduğunu sanman mantıklı bence.

Lewis: Ne bileyim, öyle sanıyordum işte.

Luke: Madem konu buraya geldi, senin en sevdiğin müzik videoları hangileri?

MGMT’nin kliplerini çok seviyorum, bayağı deli işi oluyorlar. Bir de IDLES’ın “War” klibini çok beğenmiştim.

Luke: Sanırım onu izlemiştim. MGMT’nin “Congratulations” klibi de müthiş. Çölde bir yaratıkla yürüyorlar, o yaratık da yavaş yavaş parçalanıyor. Acayip bir klip.

Evet, iyi kliptir. Fontaines D.C.’nin “Starburster” klibini de seviyorum. Diğer klipleri de bayağı.

Lewis: Şimdi hatırladım, Kirin J Callinan’ın bir klibi vardı, gökyüzünde bir adam bağırıyordu. “Big Enough” sanırım. İşte benim için YouTube’da müziğin altın çağı o dönemdi. Sanırım 2017 falandı, yani uzun format içeriğin -eğer üç dört dakikayı uzun format sayarsan- son demlerini yaşadığımız zamanlar. O klibi bayılarak izlemiştim, aşırı komikti. O zamanlar arkadaşlarımızla takılır, bira eşliğinde YouTube’da müzik videoları izlerdik. Artık o kültür pek kalmadı gibi.

Evet, artık bu tür şeyler önüne düşmüyor, senin özel olarak araman gerekiyor.

Lewis: Kesinlikle.

Streaming platformu geçmişinize baktığınızda dinlediğiniz son üç şarkı nedir?

Luke: Aslında son iki şarkıyı direk söyleyebilirim, çünkü yaklaşık bir saat önce duşa girdiğimde dinlemiştim. Son dinlediğim şarkı Waxahatchee ve MJ Lenderman’ın “Right Back to It”iydi. Ondan önce de Car Seat Headrest’in yeni şarkısı “Gethsemane” çalıyordu. Ama duşta olduğum için pek dikkatli dinleyemedim.

Lewis: Ben de son üç şarkımı kesin olarak söyleyebilirim. Dün gece dinlemiştim. Bir radyo programım var, program bittikten sonra biraz takılıp bira içiyor, şarkılar dinliyoruz. Wilco’nun Summerteeth albümünden “A Shot in the Arm” (oldukça yüksek sesle), The Bats’in “Treason”ı ve Martin Newell’ın (namıdiğer Cleaners from Venus) “She Rings the Changes”ını dinledim. Yani tam bir indie rock gecesi yaşadık diyebilirim.

Bir sonraki soruyu daha önce Tyler ve Charlie’ye sormuştum, ama sizin cevaplarınızı da merak ediyorum: Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Black Country, New Road’un anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdiniz?

Luke: Güzel soru. (uzun süre düşünüyor) Aklıma gelenlerin hepsi komik olanlar.

Charlie ve Tyler hangi sözü seçmişti bilmek ister misiniz?

Lewis: Hangisini seçmişlerdi?

“I’m becoming a worm now and I’m looking for a place to live. (Artık bir solucana dönüşüyor, kendime bir çatı arıyorum.)”

Luke: Güzel seçim.

Lewis: Evet, harikaymış. Ama ben yeni albümden bir şey seçmek istiyorum. Orada da kesin iyi bir şeyler vardır çünkü. Ah! Şu olabilir… (boğazını temizleyerek) “The rapture of the autumn eve (Sonbahar akşamının vecdi)…”

Lewis: “Led to a fate no one believed (…Kimsenin inanmadığı bir kader getirdi.).” Evet, bayağı havalı.

Luke: İnanılmaz bir söz. Ben hayatta böyle bir şey yazamazdım.

Black Country, New Road’un Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.