Beirut ile Söyleşi: “Bütün Bunların Anlamı…”

Kapak Fotoğrafı: Lina Gaisser

Zach Condon 2020’lerin ikinci Beirut albümü A Study of Losses ile aramıza döndü. İsveçli sirk kolektifi Kompani Giraff’ın akrobatik sahne gösterisine bir soundtrack olarak tasarlanan albümdeki şarkılar, dünya tarihinin unutulmuş unsurlarından ilham alıyor. Biz de Zach ile ikinci kez Zoom açıp sorularımızı ilettik. İşte -iyisiyle kötüsüyle- bize anlattığı her şey…

Seni tekrar görmek güzel, Zach.

Zach Condon: Seni görmek de güzel. Arka planın iyiymiş.

Teşekkür ederim. Güzel bir albümün kapağı. Senin arka planın da aynı bıraktığım gibi. Yine stüdyondasın.

Evet, buradayım hâlâ. (gülüyor)

Son röportajımızdan bu yana Berlin’e taşındım. O zamanlar sen de Norveç’e geri taşınsam mı diye düşünüyordun. O konuda bir gelişme var mı?

Şimdilik o iş yarım kaldı diyebilirim. Oradaki evimi biraz toparlamaya çalışıyorum. Orada mı daha çok vakit geçirsek, biraz burada biraz orada mı yaşasak, yoksa başka bir yol mu izlesek henüz karar veremedik. O kısım biraz zaman alacak gibi. Yine sık sık gidiyoruz, çok zaman geçiriyoruz orada. Ama gördüğün gibi stüdyom hâlâ burada kurulu.

Hayatımda ilk defa başka bir ülkeye taşındım. Aynı ülke içinde bir şehirden başka bir şehre taşınmak gibi bir tecrübe değil asla. Bambaşka ve çok daha zor bir deneyim. Sense bunu defalarca yaptın, buna çok saygı duyuyorum.

Evet. Ama insanı gerçekten strese sokuyor. Çok zor bir süreç. Bürokrasisi falan da cabası. Böyle şeylere alışmak yıllar bile sürebiliyor. Berlin’de yaşam nasıl gidiyor peki?

Alışıyorum yavaş yavaş, ama genel olarak benlik bir şehir olduğunu düşünüyorum. Bazen fazla uyarıcı olabiliyor, ama sanata düşkünsen çok güzel bir yer.

Berlin de yavaş yavaş değişiyor aslında. 10-15 yıl öncesi gibi hissettirmiyor artık. O zamanlar bu kadar yorucu bir havası yoktu. Şimdi sanki her şey daha kalabalık, daha stresli bir hâle geldi. Her şey için beklemen, bir şeyler için çabalaman gerekiyor. Muhtemelen nüfus çok hızlı arttığı için böyle, ama şehrin enerjisi de çok değişti sanki. Belki teknoloji endüstrisinin buraya taşınması gibi şeyler yüzünden… Bazı açılardan New York’a daha çok benzemeye başladı diyebilirim. İlk taşındığımda New York’a kıyasla burası küçük bir kasaba gibi gelmişti, çok rahattı. Her şey kendi ritminde olup bitiyor, kimse bir şey için acele etmiyordu. Ama artık bu durum değişiyor ne yazık ki.

New York’la Frankfurt’u da çok karşılaştırırlar aslında, herhalde gökdelenleri yüzünden. Ama bana göre bu çok yüzeysel bir kıyas. Sen bu konuda daha doğru bir karşılaştırma yapabilirsin bence.

Bence Frankfurt, oradayken hissettiğim kadarıyla daha soğuk, daha kişiliksiz bir yer. New York’un ise bir karakteri var. Frankfurt’taki gökdelenler bana hem her yerdeymiş hem de hiçbir yerdeymiş gibi hissettirdi. Daha çok iş dünyasına hitap eden bir şehir gibi geliyor bana, New York’un ise kendine has bir havası var. Ama Frankfurt’u çok iyi bildiğimi de söyleyemem.

Haydi yeni albümün A Study of Losses hakkında konuşalım. Bir önceki albümün Hadsel, her şeye sil baştan başladığın bir dönemi açmıştı. Bu yeni dönemin ikinci bölümünde ise bambaşka bir konseptin peşinden gidiyorsun. İsveçli sirk topluluğu Kompani Giraff’ın hazırladığı, Almanca yazılmış Judith Schalansky’nin Verzeichnis einiger Verluste romanından esinlenen bir akrobatik sahne gösterisi için müzikler besteledin. Hadsel, sınırların olmadığı bir projeydi, ama bu proje baştan sona bambaşka bir şablon taşıyor. Böyle bir konsepte hazırlanırken süreç senin için nasıl ilerledi? Öncekilerden çok farklı mıydı? Senin için tamamen yeni bir deneyim miydi? Genel olarak süreci nasıl yönettin?

Güzel bir noktaya değindin aslında. Hadsel’in, her şeye sil baştan başladığım bir dönemi açtığını belirtirken yani. Evet,durum gerçekten öyleydi. Hatta Hadsel, ilk albümüm Gulag Orkestar gibi bir yerde benim için. Orada da izole bir durumdaydım ve içimden bir şeylerin çıkması gerekiyordu. Bu albümse bana enteresan bir şekilde bana ikinci albümüm The Flying Club Cup’ı hatırlatıyor. Sanki bir döngüye yeniden başlamışım gibi… The Flying Club Cup’ta albüm boyunca çok yoğun, çok belirgin bir tematik fikrim vardı. Aklımda net bir imaj, bir hikâye, bir atmosfer taşıyordum. Hatta ilham almak için elimde fiziksel bir fotoğraf bile vardı. O dönem belli bir müzik tarzı dinliyordum ve onu taklit etmeye çalışıyordum. Bu albümde de benzer şekilde böyle bir “kutup yıldızı” ya da rehber bir ışığın olması bana çok yardımcı oldu. Yaratıcı süreçte her şeyi sıfırdan icat etme baskısını biraz hafifletti.

Gerçi süreç aynı zamanda yeterince açık uçluydu. Kompani Giraff’daki insanlar bana, “Bir albüm yaz yeter, bunu illa belli bir şekilde yapman gerekmiyor, akrobatik sahneye ya da dans tarzımıza birebir uysun diye özel bir şey düşünmene gerek yok. Bu kitap bölümleri sana nasıl hisler bahşediyorsa ona göre çalış.” dediler. Albüm ilerledikçe fark ettim ki aklımdaki tema da derinleşiyor. Aklımdaki sound netleşti, fikirler daha çok oturdu. İş böyle ilerleyince bir yandan araştırmalar yapmaya başladım. “Araştırma” demek belki biraz fazla iddialı duruyor ama gerçekten araştırmalara gömüldüm. Kaynak kitapla haşır neşir oldukça, o temanın içine iyice düştükçe kendimi sürekli klasik sanat, klasik müzik gibi konularda okuma yapar hâlde buldum. Neden özellikle bu tarafa yöneldiğimi bilmiyorum, çünkü kitap direkt bunlarla ilgili de değil aslında. Ama benim içimde uyanan şey buydu ve bir şekilde bu alana kaydım.

Yani ifade etmeye çalıştığın şeyde tamamen özgürdün. Sanatta iş birlikleri söz konusu olunca genelde ortak bir zemin bulmak için sürekli bir iletişim gerekir. Ama anladığım kadarıyla senin sürecinde öyle bir durum hiç olmamış.

Evet, doğru. Bu konuda çok şanslıydım. Çünkü yıllar önce bir filme müzikler yapmaya çalıştığımda, yönetmen bana sahneler gönderip, “Şuna uygun bir şey yazabilir misin?” demişti. Ben de sahneyi izleyip vermeye çalıştığı duyguyu yakalamaya çalışıyordum. Ama bu benim için aşırı tıkayıcı bir şeydi. Öyle çalışamıyorum. Bir şeyler okuyorum ya da izliyorum, ama aldığım şey bende hemen bir şey üretmiyor. Belki bir gün, bir hafta, bir ay sonra içimden çıkıveriyor. Bunu kontrol edemem, kendimi zorlayamam. O yüzden bu projede, “İşte bu kadar süren var, bu da teman, tadını çıkar,” demeleri bana büyük rahatlık verdi. Neticede aslında onlar benim çalışmalarıma adapte oldular. Albümü dinledikten sonra kendi sahne gösterilerini şekillendirdiler. Beklenenin tam tersi bir süreç oldu.

Albüm için yaptığın araştırmalardan bahsedelim. Şarkılarda kültürün, tarihin, yaşamın kaybolan parçalarına odaklanıyorsun. Bu kavramlar çoğunlukla şarkı başlıklarında da kendini belli ediyor. Seninle bu konularda biraz geek’leşmek istiyorum. Albümdeki her konsepti konuşmaya zamanımız yetmeyebilir ama en azından birkaçına bakalım. Mesela enstrümantal parçalar: Hepsini adlarını Ay’daki denizlerden alıyor. Ay’la nasıl bir ilişkin var? Edebiyatta, astrolojide, mistisizmde hep bir takıntı konusu olmuştur, bilirsin.

Evet, bu merak zaten biraz oralardan geliyor. Ay takıntısı edebiyatta gerçekten çok sık karşılaşılan bir şey. Benim için de bir anlamı vardı; özellikle gençliğimde yaşadığım uykusuzluklar yüzünden Ay’la garip bir bağ kurmuştum. Bu projeye ilham olan kitapta Ay’a giden bir adamın hikâyesi vardı. Ben başlığı biraz değiştirdim, İngilizce çevirisini tam hatırlamıyorum ama hikâye temelinde şöyle: Karakterimiz Ay’a gidip Dünya’da kaybolan her şeyi arşivlemeye çalışıyor. Bu bana inanılmaz ilginç bir fikir gibi geldi. Hikâyenin bir yerinde de Ay’daki bu denizlerin üzerinden seyahat ettiği çok kısa bir şekilde anlatılıyor. Asla hikâyenin ana olay örgüsü falan değil. Kıssadan hisse şu: Adam o kadar çok zamanını bu kaybolan şeyleri arşivlemeye adıyor ki, arkasında bir aile bırakıyor ve gerçek hayatındaki her şeyi kaybediyor. Bütün bunlar olurken de Ay denizlerinin üstünden geçiyor işte.

Albümü Kompani Giraff’a teslim ettiğimde sanırım 11-12 şarkım vardı, kitapta da bu kadar bölüm var diye böyle planlamıştık. Albüm toplamda 45 dakika falandı sanırım. Sonra bana dediler ki, “Performanslarımızın süresi normalde bir saat civarında oluyor, biraz daha parça ekleyebilir misin?” O sırada elimde üzerine vokal eklemediğim bir sürü enstrümantal parça birikmişti. Onları biraz daha geliştirip tamamladım. Bunları kitabın kaybolmuş küçük bölümleri gibi düşünmek hoşuma gitti. Sanki Ay’da arşivlenen şeyler bunlarmış gibi hayal ettim. Hatta bu sesler, direkt Ay denizlerinin sesiymiş gibi de düşünebilirsin. Düşünsene, gökyüzüne bakıp Ay’daki o koyu lekeleri görüyorsun ve biri çıkıp diyor ki, “Bunlar okyanus aslında.” (gülüyor)

Peki bu Ay denizleri gerçekten neyden oluşuyor?

Aslında sadece kraterlerden ibaretler. Yıllar boyunca asteroitlerin Ay’a çarpıp bıraktığı izler bunlar. Yüzyıllar önce bir İtalyan astrolog çıkıp onlara bu isimleri vermiş. Bu konuda öğrendiğim çok ilginç şeyler oldu. Mesela Ay’ın bize bakan tarafındaki denizler, isimlerini genelde daha sert doğal unsurlardan almış; fırtınaların, bulutların, yağmurun okyanusları gibi isimler verilmiş. Çünkü o zamanlar denizciler, Ay’ın belli evrelerinde havanın daha kötü olduğuna inanıyormuş. Ay’ın öteki yüzünde, yani karanlık tarafında ise bambaşka bir durum var. Oradaki denizlerin isimleri daha huzurlu, daha güzel şeylere dayanıyor: “Huzur Denizi,” “Nektar Denizi,” “Bereket Denizi” gibi. Hepsi çok güzel, çok hoş isimler. Bunu öğrenmek bana gerçekten çok ilginç gelmişti.

“Caspian Tiger” şarkısından da konuşalım biraz. Bence şarkının sözleri, her şeyin en nihayetinde kaybolup gitmesi temasını çok güzel yakalıyor.

Evet, doğru.

Nesli tükenmiş bir hayvan türü olan Hazar kaplanından alıyor şarkı ismini. Bu türe dair seni etkileyen şey neydi? Şarkının ne kadarı senin kendi merakını, ne kadarı kaynak kitabı içeriyor?

Aslında epey serbest bir süreçti. Düşünüyorum da, şarkıların büyük kısmında ilhamı doğrudan kitaptaki bölüm adları bile vermiş olabilir. Çünkü kitabı ne kadar derinlemesine okuyup birebir o anlatılanları şarkıya taşımaya çalıştıysam o kadar az şey çıkarabildim içimden. O yüzden bir noktada bunu denemeyi bıraktım. “Tamam, bölümü okuyacağım ve sonrasında ne çıkarsa çıkacak. Yazarın anlattıkları ile alakalı olmasa bile, benim düşündüğüm ya da hissettiğim şeyler önemli,” dedim. Ve evet, dediğin gibi, “Caspian Tiger” da tam olarak öyle bir duyguyla ortaya çıktı. Daha önce sana uykusuzluk hikâyemden bahsetmiştim ya; küçükken bile kendi kendime “Bütün bunların anlamı ne?” diye sorardım. Bütün hayatını bir başyapıt yaratmaya adayabilirsin, birkaç nesil sonra ne yaptığını kimse hatırlamaz. Hatırlasalar bile o nesiller de bir gün yok olacak, sonunda o eserler de toza dönüşüp kaybolacak. Bildiğimiz kadarıyla bir gün Dünya bile Güneş’in içinde yok olup gidecek zaten. O zaman bütün bunların anlamı ne? Bence kitabın büyük kısmı da bu sorunun etrafında dönüyor: O kadar çok şey kaybediyoruz ki, üstelik hiçbir şeyi tam anlamıyla kurtaramazsın da. Bir noktada bu mesele dini bir tartışmaya da kayıyor tabii.

Şarkının nakarat kısmı da bu yüzden bana ilginç geliyor, çünkü aslında o kısmı bilinçli olarak yazmadım. Şarkıyı söylerken birdenbire ağzımdan “Sen de ölüyorsun, ama sen de güvendesin” cümlesi döküldü. Neticede en kötü senaryo bu: O hayvan nesli tükenerek yok oldu, ama baktığında artık acı çekmiyor da. Bu kesin bir cevabı olmayan bir mesele. Üzerine ne kadar düşünürsen düşün, daima aynı düşünceler döngüsüne geri dönüyorsun. Bu düşünce bana o kadar ilginç geldi ki bu albüm sürecinde bir yandan çok fazla dini metin, felsefi yazı falan okumaya başladım. Hepsi aynı anda ve iç içe geçerek yaşandı, çok ilginç bir süreçti.

“Tuanaki Atoll” şarkısı da oldukça ilginç bir hikâye anlatıyor. Bir grup adacığın yok oluşundan bahsediyorsun.

Evet, aslında adalar grubu gibi anlatılsa da sanırım hikâye daha çok tek bir adanın kayboluşuna odaklanıyor. Tarihçiler adanın gerçekten var olduğuna oldukça eminler, çünkü birkaç kâşif bu adadaki tecrübelerinden bahsetmiş. Sonra birden yok olmuş. O döneme denk gelen bir deprem izine rastlamışlar, muhtemelen bir tsunami adayı tamamen yeryüzünden silmiş. Orada insanlar yaşıyormuş üstelik. Ne kadar doğru bilinmiyor tabii, ama anlatılanlara göre oranın halkı adeta dünyada cenneti yaşıyor, barışçıl ve sevgi dolu bir hayat sürüyormuş. Dürüst olmak gerekirse, tarihte herhangi bir dönemde böyle bir yerin var olduğuna inanmıyorum. Bazı insanlar böyle bir ütopyaya inanmayı seçiyor, ama bana göre insan doğası bunun için fazla kusurlu. Yine de anlatılana göre bu insanlar öyle barışçıl bir hayat sürüyormuş ki, dillerinde “cinayet” ya da “savaş” kelimesi bile yokmuş.

Albümde tam olarak anlamadığım bir konsept var: “Ghost Train” şarkısında tasvir ettiğin hayalet tren imgesi. Onu biraz daha açar mısın?

Aslında o şarkı, kitabın oldukça soyut bir bölümünden esinlendi. Şarkının adı da o bölümün adının serbest bir çevirisi diyebilirim. Temelde yazarın ölüm ideasıyla ilk kez tanışmasını anlatıyor. Şu an tren kısmının nasıl işin içine girdiğini hatırlamıyorum, ama sanırım yazarın zihninde hayaletlerle dolu bir tren imgesi vardı, bayağı literal bir anlamda… Çocukken, ölümün ve çürümenin ne anlama geldiğini fark ettiği o ilk anı hatırlıyor. Küçük bir çocuğun zihni için fazla ağır bir düşünce bu. Bununla nasıl baş eder insan? İşte o noktada tren görüntüsü giriyor devreye. Tam olarak nasıl bağlandığını hatırlamıyorum, muhtemelen o sırada seyahatteydim. Dürüst olmak gerekirse o şarkıda tren fikrini kullanmamın asıl nedeni bestedeki tekrar eden ritmik yapı oldu. Şarkının o tekrarlayan motifiyle bir şekilde örtüştü, ben de işi akışına bıraktım.

Albüm kapağında şarkılara ve temalara gönderme yapan bazı nesneler görüyoruz. Mesela Hazar kaplanı hemen göze çarpıyor. Başka neler var o kapakta, biraz anlatır mısın?

Evet ve hayır. Kitabı parça parça okudum. Hatta Kompani Giraff’a da sordum, bölümlerin onlar için ne anlam ifade ettiğini öğrenmek için özetlerini falan istedim. Ama albüm kapağını ben değil partnerim tasarladı. Son iki albümün de kapağını o yaptı. Kitabın tamamını okudu ve gördüğün nesneleri çıkardı ortaya. Mesela sulama kabının “Ghost Train” şarkısındaki çiçeklere bir gönderme olduğunu söylediğini hatırlıyorum. Ama malesef bana anlattığı şeylerin bazıları artık aklımdan çıkmış. Bildiğim kadarıyla kitap okuyan küçük melek figürü “Mani’s 7 Books” şarkısına bir referans, ama diğer nesnelerin anlamlarının hepsini artık hatırlamıyorum. Aslına bakarsan bu durum hoşuma da gidiyor. Şimdi her birinin benim için de, başkaları için de bağımsız anlamları var.

Aslında sanatın doğası da biraz böyle değil mi? Objektif bir anlamı olmaması ya da zamanla algılarımız birlikte o anlamın değişmesi…

Evet, kesinlikle öyle. Eskiden bu fikir beni deli ediyordu, kafamda hep “Ben nihai gerçeği arıyorum! Başkalarının yorumlarını değil,” düşüncesi bağırıyordu. O zamanlar herkes için ortak, nesnel bir güzelliğin varlığına kafayı takmıştım. Yani kim bakarsa baksın herkesin güzel bulacağı bir şeylerin var olduğuna inanıyordum. Hâlâ da derinlerde bir yerde bunun gerçek olduğunu düşünüyorum. İnsan türü olarak, bazı şeylerin güzel, bazı şeylerin de güzel olmadığı konusunda ortak bir hissimizin olduğuna inanıyorum. Aslında bu günümüzün baskın düşüncesine epey ters bir fikir, modern dünyada herkes her şeyin tamamen öznel olduğunu ve hepimizin çevremizdeki hikâyeleri uydurduğunu söylüyor. Ben buna pek inanmıyorum. Yine de artık herkesin kendi bakış açısının taşıdığı değeri daha çok takdir ediyorum.

Tarih boyunca seni en çok etkileyen kaşifler, maceraperestler ya da filozoflar kimler?

İşte orası biraz karışık, çünkü vereceğim cevap günümüzde politik olarak yanlış kabul ediliyor: Amerika kıtasını keşfeden Avrupalı kâşiflere gerçekten büyük bir hayranlık duyuyorum. Düşünsene, ne kadar akıl almaz, çılgınca bir şey yapmışlar. İnsanlar, o dönem bu adamların dev gemilerle bilinmezliğe yelken açtığını, adeta “Dünyanın ucundan düşecekler!” düşüncesine inat yola çıktıklarını ya fark etmiyor ya da unuttu. Sanki başka bir gezegene gidiyorlar gibi bir şeydi bakınca. Bir yandan ne kadar az şey bildiklerini, buna rağmen yolun sonuna kadar gitmelerini göz önüne almak lazım. Bence bu hem inanılmaz hem de ilham verici bir şey. Benim için adeta bir takıntı bu. Macellan başta olmak üzere o dönemdeki tüm kaşiflere büyük hayranlık duyarım. Santa Fe’deki çocukluğumda sürekli konkistadorların hikâyelerini dinleterek büyüdüm. 

Tabii bugün bu konular daha çok kolonyalizm perspektifinden tartışılıyor. Evet, bu işin içinde bir sömürgecilik gerçeği vardı, ama bence insanlar şunu unutuyor: Bu adamların gittiği yerlerde de insanlar zaten birbirlerine korkunç, acımasız şeyler yapıyordu. Amerika kıtasına gelen Avrupalılar dünyaya kötülük getirmiş gibi bir algı var, ama dünya zaten oldukça acımasız bir yerdi. Mesela konkistadorlar Meksika’ya vardığında Aztekler’le karşılaştılar. Gel gör ki Aztekler’in çevresindeki bazı kabileler zaten korkunç bir şekilde yok ediliyor, ritüel kapsamında kurban ediliyordu. Konkistadorlar o kabilelere yardım etti, Aztekler’in yıkılmasına katkıda bulundular. Aztekler kanlı, acımasız bir toplumdu. Ben dünyayı günümüz insanlarının gördüğü gibi siyah beyaz göremiyorum. “Kötü beyaz adamlar gemilere atlayıp dünyayı ele geçirdi,” anlatısı bana çok basit geliyor. Hayır, bunlar da insan. Aynı kusurlara sahip insanlar. Ve gittikleri yerlerde de yine başka kusurlu insanlar vardı.

Phil Elverum, Microphones in 2020 albümünde şöyle söylüyor: “Hayatımı sanki güvenemediğim bir rüyalar dizisi gibi hatırlıyorum.” Bazen ben de böyle hissediyorum. En çok çocukluk anılarım özelinde yaşanıyor, ama hayatımın sonrasına da nadiren yansıyan bir durum: Bazen bir anıyı gerçekten yaşadım mı, rüya mıydı emin olamıyorum. Senin de başına geliyor mu böyle şeyler?

Evet. Bu konu benim için çok zorlayıcı bir mesele. Hadsel albümü üzerinde çalışırken, geçmişim üstüne düşünüp bazı şeyleri netleştirmeye, kendime dair bir şeyler öğrenmeye çalışmak gibi bir hedefim vardı. Sonra şunu farkettim: Anının yaşandığı gün nasıl hissettiğin, hatırladığın her şeyi öylesine değiştiriyor ki, hafızana asla tam olarak güvenemiyorsun. Az önce alıntıladığın söz bu durumu anlatmanın çok iyi bir yolu. Bu bende çok ama çok yoğun yaşanan bir sorun. Hem güzel hem de talihsiz bir durum diyebilirim. Hafızamız bu konularda çok yaratıcı olabiliyor çünkü. Şunu fark ettim ki şu an içinde yaşadığım gerçekliğe dair algıma bile tam güvenemezken anılarıma asla güvenemem. Şu an bile gerçeği nasıl algıladığımın ancak yarısına inanabiliyorum. Bu da epey stresli bir farkındalık oldu benim için. Yaş aldıkça dünyayı olduğu gibi algılamadığımı, neredeyse her şeyi kafamda bir şekilde yeniden yarattığımı daha iyi idrak ediyorum.

Tekrar sahnelere dönüyorsun, konser takviminde birkaç tarih açıklandı. Merak ettim, bu sürece dair ne hissediyorsun? Turneyi genişletmeyi düşünüyor musun, yoksa bu konuda daha sonra mı bir karara varacaksın?

Zamanla karara varacağım. Geçen yıl Berlin’de konserler verdim, benim için gerçekten dev bir adımdı. Çok korkutucuydu açıkçası. Ve inanılmaz stresli… Ama dinleyicilerin tepkisi harikaydı. Grubumla yeniden bir araya gelmek, onlarla birlikte çalmak çok güzel hissettirdi. Müziğe birilerinin canlı canlı tepki verdiğini görmek de sadece kayıtları yayınlayıp sonra o şarkıların sonsuzluğa karışmasını izlemekten çok daha anlamlıydı.

Neticede “Biraz daha deneyeyim,” dedim. Bunların hepsi küçük adımlar tabii, şimdilik daha fazlasını planlamıyorum. Çünkü hâlâ baş edemediğim bazı şeyler var. Stresle eskisinden biraz daha iyi başa çıkabiliyorum ama hâlâ mükemmel değilim bu konuda.

İronik bir şekilde -insanlar sürekli seyahat ettiğimi sansa da- seyahatle pek aram yok aslında. Bir yere giderim, uzun süre orada kalırım, benim seyahat anlayışım budur. Sık sık yer değiştirmeyi kaldıramıyorum. Hâlâ uçak fobimle baş edemiyorum. İnsanlar hep yazıyor: “En azından Meksika’da bir konser versene!” Seve seve yapardım. Gerçekten isterdim, çünkü oradaki seyirciler inanılmaz heyecanlı ve enerjik oluyor, oradaki kültürü de çok seviyorum. Gel gör ki artık uçağa binemiyorum. Yıllarca savaştım bu sorunla. Uçak korkumun üstesinden gelebilmek için 17 yıl boyunca sürekli kendimi sarhoş edip öyle uçağa bindim. Ne yazık ki artık bu da işe yaramıyor.

Sohbeti siyasi bir soruyla kapatmak istiyorum. Dünya çapında sağ popülizmin ve teknoloji oligarşisinin yükselişine şahit oluyoruz. Türkiye’deki siyasi durum da bir süredir böyle. Orada uzun yıllar yaşamış biri olarak, Türkiye’de özgürlük mücadelesi veren insanlara bir dayanışma mesajın var mı?

Bu konuda öyle yeni bir şey söyleyebilir miyim bilmiyorum. Müziğimle ilgili inandığım bir şey var: Politikalar gelip geçicidir ve sanatın, müziğin peşinden gittiği o daha yüce güzellik algısıyla pek az alakası vardır. Tabii bazı insanlar bunun tam tersini düşünüyor. Onlara göre müzik her zaman gündelik hayata hizmet etmeli. Ben işe o şekilde bakmıyorum.

Siyasetin gelip geçici bir şey olduğuna inanıyorum; ama konu Erdoğan olunca… Aşırı korkutucu bir konu, uzun zamandır da böyle. Türkiye’yi harika yapan her şeyin yavaş yavaş kaybolduğunu görebiliyorum. Şu an orada olup bitenleri azıcık biliyorum, haber başlıklarından takip edebildiğim kadarını yakalıyorum. İstanbul’un belediye başkanını tutuklaması inanılmaz yozlaşmış bir hareket. İşin garip yanı şu ki bu yaşananların hiçbirine şaşırmıyorum. Hepimiz onun neler yapabileceğini ve yapacağını zaten biliyorduk. O yüzden böyle bir durumda, temsil ettiği şeylere karşı mücadele eden, direnen insanlarla gurur duyuyorum. Çünkü orada kurtarılmaya değer çok şey var. Öte yandan Türkiye’deki sorunlar aslında şu anda dünyadaki daha büyük sorunların bir yansıması. 

Direnişin bir şeyler başarabileceğini umuyorum. Öte yandan insanların daha geniş bir bakış açısı edinmesi gerektiğini düşünüyorum, ancak o zaman bir şeyler fark edilebilir. Türkiye’nin kurtulması için daha büyük bir şeyin değişmesi gerekiyor.