Hazırlayan: Gökay Sarı
Şarap, kırmızının ve beyazın en tutkulusu. ‘Lezzet’ sahnesinde yaklaşık sekiz bin yıldır kapalı gişe gösterime giren bir içki, başrollerinde üzümlerin rol aldığı ‘likit’ bir piyes. Ancak özünde şarap olan ‘şampanya’nın daha yakın bir geçmişi var. Paris’e hemen hemen iki saat mesafede, şehrin kuzeydoğusunda bulunan ‘Champagne’ bölgesindeki ‘Hautvillers Manastırı’ında, Dom Pierre Perignon isimli keşiş tarafından 1638 yılında sahneye davet ediliyor şampanya. Tahmin edildiği üzere, pek çok diğer içki gibi, ismini doğum yeri olan bölgeden alıyor bu ‘üzüm sanatı’ da.
Şampanya’nın tarihçesine girmeyeceğim elbette, merkezinde şampanya olan bir hikayeden bahsedeceğim kısaca, Madame Barbe-Nicole ‘Clicquot’ Ponsardin, nam-ı diğer Veuve Clicquot (Dul Clicquot)…
Barbe-Nicole, 16 Aralık 1777’de, varlıklı bir adam olan babası Ponce Jean Nicolas Philippe Ponsardin ve annesi Jeanne Josephe Marie-Clémentine Letertre Huart’ın kızları olarak Reims’de dünyaya gelir. Babası, tekstil piyasasında önemli bir nüfuzu olan ve aynı zamanda politikada da aktif seyre sahip bir kişiliktir. İşlettiği otelde Napolyon ve Josephine’e de ev sahipliği yapmıştır. Hatta Napolyon’un hükmünde Reims’in başkanı ilan edilmiştir. Daha sonra “iş dünyası”nda kadınlarında aktif olarak rol alabileceğini ve son derece başarılı olacağının tarihte önemli bir kanıtı, feminist bir figür haline gelecek olan Barbe-Nicole’, 21 yaşındayken, François Clicquot ile evlenir. Mutlu bir evlilikleri vardır ancak bu birliktelik sadece altı sene sürer. Çünkü François, bakteriyel ve ateşli bir hastalık olan tifodan, halk arasında ‘karahumma’ olarak bilinen hastalık yüzünden hayatını kaybeder. François’in ölümü hakkında ‘intihar’ söylentileri dolaştıysa da bu soylu aile bireyinin trajik ölümü tifo olarak kabul edilmiştir.
François Clicquot, 1805 yılında hayatını kaybetmeden önce bankacılık, tekstil ticareti ve şampanya üretimi gerçekleştiren, döneminin girişimci ve pek çok sektörde aktif olan iş adamlarından birisiydi. Öldüğünde, mal varlığını eşi Barbe-Nicole’a, yani “Madam Clicquot”a bırakmıştır. Dönemin Avrupası, bugün olduğu gibi her zaman eşitlikten yana değildi ve şirket yönetimini bir kadının ele almasını yadırgıyordu, kimse Madam Clicquot’un başarılı olabileceğini düşünmüyordu, hatta eleştiriyordu. Ancak tüm bu olumsuz tartışmaların haksızlığını, kendisini eleştirenlerin yanıldığını, bugün hala son derece kaliteli ve ünlü bir şampanya olan “Veuve Clicquot Ponsardin” şişelerinin varlığıyla kanıtlamıştır. “Dul Clicquot Ponsardin”…
Günümüzde, iş dünyasında Madam Ponsardin’in ismiyle anılan birçok ödül sahibini bulmaktadır, döneminde ise iş hayatı ve şirket yönetimi gibi mevzularda kadınların da aktif ve etkili olabileceğini kanıtlamış, belki de Avrupa’yı Avrupa yapan temel özelliklerden birini, eşitlikçiliği kıtaya kazandırmıştır. İlk “Dul Clicquot” ödülü, 1972 yılında şirket yönetiminde bulunan ve dönemin başarılı kadın yöneticilere verilmiştir.
François hayattayken de işleriyle yakından ilgilenen Madam Clicquot, eşi öldükten sonra ipleri tamamen eline alır, kendisini tüm kararlılığıyla şampanya üretimine verir. Sosyetenin eleştirilerine rağmen, Madam Clicquot’un yeteneğine ve kararlılığına hayran olan kayınpederi, işletmenin devamlılığı için söylenenleri kulak arkası eder ve Madam Clicquot’u destekler, şampanya imalathanesine tüm gücüyle kaynak sağlamaya devam eder. Dul Clicquot ve işçileri, “riddling” ismi verilen teknik ile şampanyayı kaliteli ve seri bir şekilde üretirler. Alkol mayalanmasını tamamlamış bir üzüm şırası olan şarabı şeker kamışı ile tatlandırırlar ve bu tekniği kullanarak karbondioksit ile ikinci kez şişelerler, daha sonra baş aşağı saklayarak ikinci bir fermantasyon işleminden geçirirler, böylelikle “köpüklü şarap”, yani dönemin en iyi şampanyalarından birini elde ederler. Clicquot’un geliştirdiği teknik günümüzde hala şampanya üretiminde kullanılmaktadır. Madam Clicquot, 29 Temmuz 1866’da, Boursault’ta hayata veda eder, ancak “Veuve Clicquot” markası, şampanya sektörünün liderlerinden biri olarak yüzyıllardır hayattadır…
Gelelim işin bizi ilgilendiren ‘esas’ kısmına, Avrupa ve Balkan müziğini nitelikli bir şekilde harmanlayarak dünya çapında bir üne kavuşmuş olan Beirut grubunun ikinci albümü The Flying Club Cup’ta “Clicquot” adında bir şarkı bulunuyor. Grubun kurucusu ve solisti Zach Condon’ın, ritmik bir armoniye sahip bestelerde bile hüzün veren kederli sesine hepimiz aşinayız. Bilirsiniz, pek çok şarkı “neşeli gibi görünen” hüzünlü şarkılardır aslında. Clicquot, tam olarak bunun kanıtı, şarkının sözleri Madam Clicquot’un ağzından, François’in hastalık döneminde söylenmektedir. Yazıyı çok uzatmamak adına sözlerin tamamını paylaşmayacağım, sadece küçük bir doz bırakacağım şuraya, zira daha sonra gözlerinizi kapatarak kaydı dinlemenizi ve 18. Yüzyıl Fransa’sında geçen bir hikayeye tanık olmanızı temenni ediyorum.
“Atölyede bir hastalık, zavallının biri hasta.
Şimdi davullarımı çalacağım, ölene dek çalacağım.
Dün sadece bir ateşti, yarın ise St. Peter Hastanesi,
Davullarımı çalacağım öyleyse.
Ama hangi melodi çıkaracak sevgilimi yatağından?
Hangi melodi tekrar döndürecek onu kollarıma?”