Bağımsız Yerli Müzik: Gözümüzün Tam Önünde

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

Evde kayıt imkanlarının artması, dijitalin sunduğu paylaşım ve tanıtım olanakları, bağımsız plak şirketlerinin ortaya çıkışı, Sofar gibi bir gecede hayatımıza yeni bir müzisyeni sokmaya muktedir canlı performans programları derken son 5-6 sene müzik sahnemiz için bir hayli bereketli geçti. Aynı müzisyen/gruplardan çoğu zaman tıpatıp aynı cümlelerle bahseden kes-yapıştır usulü keşif listelerinin bunca rağbet gördüğü bir ortamda yerel bağımsız müzik sahnesine dair birtakım izlenimlerimi “Konserler” ve “Tanıtım” olmak üzere iki ayrı başlık altında bir araya getirdim, belki neler olup bittiğini merak eden birileri vardır diye.

Kimilerinin “indie” (aslen “independent” kelimesinden gelen ve bağımsız müzisyenleri tanımlamak için kullanılan terim zaman içerisinde janr anlamı da kazandı) kimilerinin ise bağımsız müzisyenler olarak tanımladığı fakat her iki terimin anlamı üzerinde de dünya çapında henüz bir mutabakat sağlanamadığı için muallakta olan bu konuyu aydınlatmak üzerime vazife değil. Evet, bugün bir müzisyenin en azından sınırlı bir kitleye adını duyurması yukarıda bahsettiğim imkan ve değişiklikler sayesinde eskisinden daha kolay bir hale geldi. Peki ya şarkılarını bir şekilde internete yüklemekle işlerin gerisi kolayca geliyor mu, müziğini paylaşmaya devam edebilmek, internet deryasında kaybolmadan kendi tanıtımını yapabilmek, konser verecek uygun bir mekan bulabilmek, booking yapabilmek, hele bir de müzikten kazandığı parayla hayatını idame ettirebilmek günümüz müzisyenleri için nasıl deneyimler?

Bu yazıda geçtiğimiz aylarda ilk iki toplantısını gerçekleştiren ve bağımsız müzisyenler için ihtiyaç duyulan örgütlenme eksiğini kapatma yolunda kayda değer bir girişim olan Bağımsız Müzik Oluşumu‘na dahil 30’un üzerinde kişi tarafından cevaplanan anketin sonuçlarına başvurdum. Müzisyenlerin sektörde karşılaştıkları sorunları tartışabilecekleri, deneyimlerine dair bilgi paylaşımında bulunabilecekleri, kolektif çalışmalara ortam hazırlayabilecek bir örgütlenmenin eksikliği sık sık dile getirilen bir ihtiyaç. BMO‘da müzisyenlerin yanı sıra menajer, organizatör, müzik yazarı gibi müzik sektörünün diğer alanlarında emek harcayan kişiler de bulunuyor; bu çeşitlilik sayesinde çok yönlü tartışmalar üreteceğini düşündüğüm oluşumun faaliyetlerinin yakından takip edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bahsettiğim ankette yer alan iki temel soruya verilen yanıtlar bu yazıyı yazarken bana yardımcı oldu:

1- Müzik camiasının bir ferdi olarak bu camiaya dair yaşadığınız problemler nelerdir?
2- Bu Oluşum’un nelere çözüm üretmesini umut ediyorsunuz? Oluşum’dan beklentileriniz nedir ya da nelerdir?

Konserler

Henüz adınız geniş kitleler tarafından bilinmiyor, internette müziklerinizi paylaştınız, şanslıysanız Sofar’da bir videonuz yayınlandı ve ilk etapta işinizi bir hayli kolaylaştıracak şekilde performansınız bolca izlendi. Artık konser vermek istiyorsunuz ama menajeriniz olmadığı ve henüz gerekli bağlantılara sahip olmadığınız için nereden başlayacağınızı bilmiyorsunuz. Çalmayı dilediğiniz mekanlarla kendiniz iletişime geçmekten başka bir çareniz olmadığını idrak edeceğiniz nokta burası. Akabinde “hangi mekanlar?” sorusunu sorma aşamasına geldiğinizde müziği odak noktasına yerleştiren, müzisyenlere değer verip onlarla doğru iletişim kuran, üstüne üstlük ses sisteminden de tatmin olabileceğiniz mekanların sayısının İstanbul için iki elin parmaklarını geçmediğini öğrenmeniz uzun sürmeyecektir. Müzisyenler arasında tercih edilen alternatif müzik sahnesine destek veren bu belirli mekanların dışına çıktığınızda ise nelerle karşılaşabileceğinizi bilmemek ürkütücü gelebilir. Müzisyene değer vermeyen mekan sahipleri ile işletmecilerin mafyatik tavırları, booking için iletişime geçtiğinizde Facebook sayfanızın beğeni sayısını sorarak sanatsal üretimi rencide eden tutum, sizi yalnızca “kaç bilet kestiğinize” göre değerlendiren tüccar zihniyeti, size vadedilen zaten cüzi miktardaki ödemelerin aradan aylar geçmesine rağmen asla bir vaatten öteye geçmemesi gibi sorunlar en sıklıkla deneyimlenenler arasında. (Can Kazaz’ın Bir Müzisyenin Lağım Rehberi başlıklı açık sözlü yazısı bir müzisyenin ağzından işin iç yüzünü duymak isteyenler için önemli bir deneyim paylaşımı.) Tabii İstanbul dışına çıktığınızda İzmir, Ankara, Eskişehir, Antalya gibi büyük şehirlerde bile işinizin çok daha zor olduğunu, tür ve ciro gözetmeksizin size kuçak açacak mekanların sayısının daha da azaldığını belirtmeme gerek bile yok.

Müzisyen açısından hal böyleyken müziğin neredeyse her türüne can-ı gönülden destek veren ve müzisyenlerle güzel ilişkiler kuran mekanların da maddi anlamda tatminkar bir kaşe sağlayamadıkları, çoğunlukla “kapıya çalma” yönteminin revaçta olduğu acı bir gerçek. Bunun sebeplerini anlamak için öncelikle müziği canlı dinleme deneyiminin çevremizde nasıl algılandığına bir göz atmak gerekiyor.

İsmini sıklıkla duyduğunuz, sosyal medya ile dijital platformlardaki görünürlüğü yüksek olan bir müzisyen veya grubun konserine gittiğinizde bilet bulamama ihtimaliniz olduğunu düşünürken, konsere gelmiş 20 civarında kişiyle karşılaşınca başlarda biraz şaşırabiliyorsunuz. Alternatif müziğe kapı açan konser mekanlarımızın azlığı ile booking zorluğu müzisyenlerin başlıca şikayetlerinden olsa da bana kalırsa asıl sorun konser kültürümüz ve müziği canlı dinleme deneyimine dair algımız ile alakalı. Örneğin İstanbul’da konser izleyebileceğiniz bütün alternatif canlı müzik mekanlarının kapasitelerini toplasak herhangi bir akşamda müzik dinlemek isteyen eşit veya yakın sayıda dinleyici bulup bulamayacağımızı merak ediyorum. Tabii ki arkadaşlarla haftanın muhasebesini yapmak üzere hafta sonu dışarı çıkıp konser boyunca kokteyl misali ayakta dikilip muhabbet etmekten bahsetmiyorum. Kitlenin sınırlılığından ötürü konserlerde hep aynı yüzleri görmek bir süre sonra “kendimiz çalıp kendimiz eğleniyoruz” hissi yaratmaya başlıyor. Yani “mekan az” önermesine, “seyirci az” karşıt önermesiyle cevap vermek istiyorum. Her sene büyük popülarite yakalayarak konserleri sold out olan bir veya iki isim dışında durumun özeti maalesef budur: Konserler çoğunlukla boş geçiyor. Öyleyse benim aklıma gelen ihtimaller şunlar:

1- Yeni müzikleri takip eden sınırlı bir kitle var ve bu müzikler bu kitlenin ötesine ulaşamıyor.
2- İnternet üzerinden yeni müzikleri keşfedip dinleyen ama konserlere iştirak etme alışkanlığı/gereksinimi olmayan bir kesim var.

Bir diğer mesele de dinleyicilerin konser biletine ücret ödemek istememeleri. Ücretsiz online streaming uygulamalarının yaygınlaşmaya başlaması sonucunda albüm satın alma kültürünün koleksiyonerleri hariç tutarsak neredeyse yok oluşu müziğin bütünüyle ücretsiz olarak tüketilmesi algısını da doğuran faktörlerden en önemlisi. Bir konsere aylar öncesinden bütçe ayırıp bilet alınan günlerden, bir içki parasını bile izlemek istediği gruba çok gören bir dinleyici kitlesine doğru dönüşüm geçirdik. Resmin tamamını görebilmek için bu dönüşümün arkasındaki sosyo-ekonomik faktörlerin çeşitliliğini göz önünde bulundurmak gerekli olmakla beraber bugün geldiğimiz noktada dinleyicinin konser biletine para vermekten hazzetmediği tespitini yapmakta sakınca görmüyorum. Burada siyah-beyaz bir yargıda bulunmak gibi bir niyetim olmasa da vaziyetin yalnızca dinleyicinin ekonomik durumuyla açıklanamayacak bir tercih olduğunu belirtme gereği duyuyorum. Yoksa sevdiğin grubu dinlemek için bilet alıp tek bir içki satın almadan konser dinlemek de bir tercihtir, artık böyle bir tercihin varlığı unutulmuş olsa da. Kısacası artık müzik dinlemek öncelik taşımıyor, gece dışarıya çıkmak için ayrılan bütçeden geriye bir şeyler arta kalırsa bir konsere gitme ihtimali doğuyor. Şunu da eklemek gerekir ki burada yaptığım bütün değerlendirmeleri okurken albüm satışından gelir elde etmenin mümkün olmadığı bu dönemde müzisyenlerin tek gelir kaynağının konserler olduğunu unutmamak gerekir. Maksimum 20 biletin kesildiği, giriş ücretinin ise yine maksimum 20 TL olduğu bir konser düşünün. Sahnede ise 4 kişilik bir grup olduğunu. Yalnızca müzik yaparak geçinmenin birkaç şanslı müzisyen dışında pek kimseye nasip olmadığını söylemek yanlış olmaz.

Müzisyenlerin bezdiği bir diğer konu da yılbaşı piyangosu vurunca birden peyda olan hiç tanımadığınız uzak akrabalar misali senelerdir görüşmediğiniz halde konseriniz için sizden “kapıya ismini yazdırmanızı” isteyen, unutursanız da gönül koyan eş dost. Giriş ücretinin 10 TL olduğu konserlerde bile böyle bir istekte bulunmadan önce bir defa da olsa düşünmekte fayda var. Konserlerden alınan ücret çoğu zaman müzisyenlerin ekipmanlarını taşımak için harcadıkları taksi parasını bile karşılamıyor, her şeye rağmen müziğini paylaşabilmek adına üzerine cebinden para ödeyip konser vermek de günün sonunda müzisyeni ne derece memnun ediyor, tartışılır.

Yazının girişinde bahsettiğim Bağımsız Müzik Oluşumu‘nun anketinde müzisyenlerin oluşumdan beklentilerinden birisi “büyük dinleyici kitleli yaş sınırsız gündüz konserleri ile farklı kitlelere ulaşmak”. BMO‘nun da önümüzdeki aylarda bu yönde bir organizasyon düzenleme çalışmaları mevcut. Burada aslında konserlere en meraklı olunan, maddi gücü elvermese de bir şekilde harçlık biriktirip evden kaçıp gidilen ve müzik aşkının oluşumunda kritik yaşlara tekabül eden 18 yaş altı kitlenin katılım gösterebileceği konserlerin nadiren gerçekleşmesi, konser organizasyonlarının yalnızca alkol satışı olan mekanlara hapsolmuş olması müzisyenlerin belirttiği sorunlar arasında. Özellikle eklemek istediğim bir husus mekanlar konusunda yaşanan bu hapsolmanın makro bir versiyonunun da coğrafi boyutlarda yaşandığı. Bağımsız müzik yalnızca alkollü mekanlara değil esasen birkaç şehre, hatta bu şehirlerdeki birkaç semte hapsolmuş durumda. Üretilen bu taze ve ezber bozan, geniş kitlelere yayılmayı hak eden müziklerin öncelikle hapsoldukları kentler ile mahallelerden kurtulmak suretiyle zincirlerini kırmaları gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında Anadolu konserlerinin, turnelerin, büyük şehirler dışında gerçekleştirilecek her türlü kolektif faaliyetin büyük önem taşıdığına inanıyorum.

Yalnızca bağımsız müzisyenlerin değil müzisyeninden organizatörüne, sesçisinden ışıkçısına sektördeki bütün müzik emekçilerinin hayatını zorlaştıran konser iptallerinden de bahsetmeden geçemeyeceğim. Her ne hikmetse “ülkemizde yaşanan üzücü olaylar” karşısında duyarlılık ve özveri beklenen tek meslek grubu müzisyenler haline geldi. Geçtiğimiz üç sene boyunca bu durum zaten müzisyenler ile mekanları yeterince zorlamışken son haftalarda sokakları bomboş bırakacak kadar iliklerimize sirayet eden ve marazi bir biçimde yayılan korku yine konserlerin bir kısmının iptaline neden oldu. Gidişat değişmediği takdirde önümüzdeki aylarda işlerin daha da zorlaşacağını tahmin etmek maalesef zor değil. Konser iptallerinin sebep olduğu maddi zorluklar bir yana bu iptallerin bir de manevi boyutu söz konusu. Aylarca hazırlandığınız bir lansman konserinin veya uzun zamandır gitmeyi beklediğiniz bir şehirdeki konserinizin gelecekte belirsiz bir tarihe ertelenişi, belki de o tarih geldiğinde yeniden ertelenişi… Hem de siz neye nasıl fayda sağladığı meçhul böyle bir hassasiyet gösterirken herkesin bir gün bile ara vermeden işine gidip gelmesi, maçların, izdivaç programlarının, gece kulüplerinde sabahlara kadar eğlencenin tam gaz devam etmesi, hiçbir sanatsal niteliği bulunmayan komedi filmlerinin sinemaların önünde kuyruklar oluşturması, AVM’lerin dolup taşması… Bu esnada müzisyenden beklenen şey kendisinin dışında kalan kesim için “durdurulamayan” hayatı köşesinden seyretmek ve konser verebilmek için gündem şartlarının münasip olduğu bir günün gelmesini beklemek. “Kısmetse olur“.

Tanıtım

Son senelerde isimlerini yeni yeni duymaya başladığımız nitelikli müzik üreten müzisyen/grupların konserlerinin boş geçmesi tanıtım konusunda büyük bir eksikliğin varlığını kanıtlar nitelikte. Maddi imkan veya doğru stratejiler sayesinde yapılan PR çalışmaları bazı isimlerin görünürlüğünü artırırken aynı zamanda bir yanılsama da yaratıyor. Hakkında en fazla konuşulan, ismine her yerde maruz kaldığınız, konserleri sold out olan isimlerin son senelerde bağımsız müzik piyasasından çıkan isimlerin arasında en nitelikli müzik yapanlar olduklarını söylemek yanlış olur. Buz dağının görünen kısmında birkaç isim ziyadesiyle ön plana çıkıyor olabilir ama yeni isimleri tanımak için biraz zaman harcamaya gönüllü olursanız henüz Facebook sayfalarını 300 kişinin beğendiği isimlerin de bir an önce kulak kabartılmaya değer işler yaptıklarını göreceksiniz. “Aradan sıyrılıp öne çıkanların en iyiler olduğu şüphesiz” diye düşünmeyin, BMO anketinde belirtilen problemlerden birisi de “özgün olanın değil, dayatılanın iyi olduğu algısının toplumda oturması ve oluşan algı bozukluğu“. Dinleyicinin çevresindeki seslere kulağını biraz daha açması herkesin yararına olacaktır, adını henüz hiç duymadığınız bir grup çok yakınınızda harikalar yaratırken siz burnunuzun ucunu görmekten aciz bir halde o akşam “herkesin gideceği bir konsere” bilet aramakla meşgul olabilirsiniz. Sırf o akşam herkes oraya gidiyor diye.

Bağımsız müzisyenlerin ana akım medyada yer bulabilecekleri imkanlar maalesef gazetelerin müzik yazarlarına ayrılan köşelerden ibaret. Süreli müzik yayınlarının da tarihe karışmasıyla beraber bloglar ile dijital yayınların önemi giderek artıyor. Ürettikleri içeriklerin kapsam ve nitelikleri tartışılır olsa da en azından beğendiğiniz müzisyenlerin son çalışmalarını, etkinlik takvimlerini iki satırlık güncel haberlerle takip etmekte kolaylık sağlıyorlar. Biraz da dijitalin doğası gereği rağbet gören hap içerik alışkanlığı yüzünden çoğunlukla çabuk tüketilebilir içeriklerin pek de ötesine geçemediklerini düşünüyorum. Yine de dijitalde nitelikli yayınların sayılarının giderek artması temennimiz. Şimdilik beğendiğimiz müzisyenlerin kendi sosyal medya sayfaları ve profillerinden başka eylemlerine dair bilgi alabildiğimiz neredeyse tek kaynak oldukları için bu yayınların değerinin bilinmesi ile iyileştirilmeye çalışılması gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden de eli kalem tutan, bir diyeceği olduğuna inanan insanların ille de matbu yayın romantizminden vazgeçip dijital ortamda erişilebilecek nitelikli içerik üretme yolunda çaba göstermeleri herkesin yararına olur. Bir metnin yayınlandığı format, içeriğe biçilen değeri belirleyebilecek bir kriter teşkil etmez; bu nedenle de internette kapsamlı ve nitelikli müzik değerlendirmelerinin bulunması için engel göremiyorum. Yani dijitalde kullanılan dil veya blogger dili hangi meseleyi ele alırsa alsın ille de laubali ve yüzeysel olmak zorunda değil.

Tanıtım konusundaki imkansızlıkların bağımsız sahneye yeni adım atmış müzisyenleri biraz daha yaratıcı olmaya, hatta belki de el ilanı, afiş gibi eski usul yöntemlerden faydalanmaya, kendi merchandise ürünlerini satışa sunmaya yöneltmesi de olumlu bir gelişme. Belki de tanıtımı basın veya dijital ile sınırlamaksızın biraz daha geniş düşünmek gerekiyor. Yakın zamanda etkileyici bulduğum bir örnek geçen yaz Moda’nın son derece işlek bir noktasında bulunan evlerinin balkonuna üzerinde internet sitelerinin ismi yer alan bir afiş asan Ahmet Beyler‘di. Albümleri yayınlanmadan birkaç ay evvel evlerinin karşısındaki mekanda otururken gözüme çarpan afiş sayesinde yeni bir grupla tanışma fırsatı yakalamak sırf keşif biçimimin özgünlüğü yüzünden bile akılda kalıcı.

Tanıtım için yeterince önem verilmeyen bir diğer yöntemin de compilation albümler olduğunu düşünüyorum. Farklı janrlara ait olsa bile benzer bir ruhla üretilen müziklerin bir araya toplandığı bu albümler dinleyicinin takip ettiği gruplar aracılığıyla duyup sevebileceği başka grupları da keşfetmesine imkan tanıdığı için sayıca artmalarını sevindirici buluyorum. Özellikle yakın zamanda Robonima kolektifi tarafından yayınlanan Robotape 1.0 ile Sonikraf tarafından yayınlanan A Day In The Park: A Sonikraf Compilation albümlerinin her yerde duyamadığınız, alternatif dijital yayınlar ile bloglarda bile kendilerine yer bulmakta zorlanan fakat şahane işlere imza atan müzisyenleri toplu halde keşfetmeniz için takdire şayan birer çalışma, iyi birer örnek olduklarını söyleyebilirim.

Sundukları görsel içerik ile de seyirciyi cezbeden performans videosu programları da son senelerde video çekmek için bile bütçe bulamayan yeni isimlerin tanıtımında inkar edilemez bir rol oynadı. Levent Sevi‘nin Evden Uzakta ve Pürtelaş 3+1 programları, B!P Akustik ile Groovypedia bu alanda bol miktarda içerik üreterek tanıtımın yanı sıra bir dönemin belgelenmesi konusunda da önemli birer arşiv kaynağı vazifesi görüyorlar. Sofar İstanbul‘un yarattığı hype ise 90’ları yaşayan çoğu kişi gibi bana da ister istemez Mirkelam’ın durmadan koştuğu klibiyle bir gecede ünlü olmasını hatırlatıyor. Pürtelaş 3+1’in de sona ermesinin ardından performans videosu programları arasında son dönemdeki iki favorimden birisi Kargart ile Duende Creative ortaklığında hayata geçirilen Biz Geldik, diğeri ise Venüs Music ekibinin ilk sezonunu bitirmek üzere olduğu ikinci sezonunu ise şimdilik zulada tuttuğu Ehvenişer. Bu iki programa özellikle dikkat çekmek istememin ortak sebebi seçkileriyle dinleyiciyi her yerde rastlayamayacağı isimlerle tanıştırma konusundaki gayret ve istikrarları.

Byzantion Fest, Paradisos Sessions, Demonation Festival, Bağımsız! Festival, Reggae Fest, Beton Orman Sessions gibi çoğunluğu periyodik olarak gerçekleşmeyen festival ve etkinlikler de henüz duymadığınız fakat tanısanız çok memnun olacağınız bağımsız isimleri bir araya getirerek dinleyicinin yeni keşifler yapması için gerekli imkanları sunuyor. “Açık hava festivalleri çok pahalı” diye yakınıp bütün yaz tek bir konsere bile gidemeyecek durumda olabilirsiniz; ama geçen yaz aynı esnada Burgazada’da (Cennet Bahçesi) denizi arkanıza ormanı karşınıza alıp her Cumartesi günü ücretsiz olarak gerçekleşen Paradisos Sessions kapsamında her türden müziği keşfetmek mümkündü. Amaç “müzik” dinlemek olduktan sonra herkesin cebine ve beğenisine uygun alternatifler mevcut, siz yeter ki takibe alın ve tanıtıma ayıracak bütçesi olmayan etkinliklerin de teşrif etmeye değer olduğuna önce bir kendinizi inandırın.

Kıssadan Hisse

Birazcık gözümüzü açtığımızda her gün yeni isimler duyabileceğimiz bir dönemde dinleyici olarak üzerimize düşen duyduğumuz seslere daha iyi kulak kabartmak. Özellikle de sürekli gözümüze sokulanlara değil de dipten, derinden gelenlere.

Yayınlar, müzik yazarları, radyo programcıları, mekan işletmecileri, müzik direktörleri, organizatörler için de benzer bir öneride bulunmadan geçemeyeceğim. Yeni isimlere gerçek anlamda fırsat tanımaksızın hep aynı isimlere yer vermek özünde iyi niyet barındırsa da zaman içinde fark etmeden yalnızca eşinin dostunun işini promote etmeye dönüşebiliyor. Arkadaşlara, birlikte vakit geçirdiğimiz, tanıdığımız bildiğimiz insanlara destek olmak elbette önemli ama hiç kimseyi tanımadığı halde evinde kendi kendine müzik yapan ve bunları nasıl paylaşacağını bilemeyen insanlar olduğunu da unutmamak gerek; klanlaşmanın fazlası onlara “doğru insanları tanımadan müziğini paylaşmanın, hatta ve hatta müzik yapmanın mümkün olmadığını” düşündürterek heves kırabiliyor; umutsuzluğa düşmelerine ve yol yakınken geri dönmelerine sebep olabiliyor. Halbuki algı ve beğenilerimizi yönlendiren hype’ın değil de yalnızca “ses”in peşinden gittiğimiz takdirde her türlü müziğe ulaşmamız kolaylıkla mümkün olacaktır. Hepsi gözümüzün tam önünde.