B ligi goth rock efsaneleri?

Pink Turns Blue dinlemesini en zor bulduğum gruplardan biri. Amerikalı punk grubu Hüsker Dü‘nün “Pink Turns To Blue” şarkısından adını alan grup, 1985 yılında Almanya’da kuruldu. Post-punk sahnesinin goth rock furyasından dark wave’e doğru kaymaya başladığı geçiş aşamasında yola koyuldular. Ne öncesi kadar gotik ne sonrası kadar wave, ikisinin klasik punk bağlayıcısıyla sentezlendiği bir sound ortaya çıkardılar. Ucundan bir yerden kült gruplara son düzlükte katılmış olduklarını düşünüyorum.

İki kişi (Mic Jogwer, Thomas Elbern) olarak yola çıkan grup, başta bateri haricindeki her enstrümanı kendi içlerinde hallediyordu. Bateri yerine kullandıkları drum machine’in yerini kısa süre içinde sanat öğrencisi Marcus Giltjes aldı. Tüm üyelerin üniversite yıllarında olması ve maddi kaynağın yetersizliği sebepleriyle ilk iki yıllarında lokal konserler vermekle meşgul kaldılar. Ellerindeki platformu dolu dolu kullanan grup daha hiçbir stüdyo kaydı çıkarmadan Almanya’nın en büyük radyosu WDR tarafından ‘yeni yetenek ödülü’ kazandı. Kazandıkları ödül, bir prodüktör ve bir radyocu eşliğinde stüdyo session hakkı da sağladı kendilerine. Barlarda punkımsı konserler veren birkaç üniversite öğrencisi için ayrıcalıklı ve etkileyici bir başlangıç yapma fırsatı yakalamış oldular.

Kısıtlı imkanla müzik yapmaya çalışan yetenekli insanların yolu hep zorlu testlerle başlıyor. Pink Turns Blue da zamanla edindiği kaynaklarla, daha yeni kurulmuş, düşük bütçeli bir plak şirketiyle (Fun Factory) anlaşarak ilk stüdyolarına giriyor. Nasıl başladılarsa o şekilde, elindekilerle başyapıt üretmenin yolunu bulabilen bir grup.

İlk albüm If Two Worlds Kiss hâlâ kariyerlerindeki en popüler albümleri. Sonrasında oluşacak baz kitleleri dışındaki dinleyiciye de hitap ediyor. Kayıt çökmekte olan bir adamın kaotik depresyonu betimleniyor desem tam tadında olur. Mental yorgunluk olması fiziksel aksiyonu hiç etkilemiyor. Hareketli ve akla takılan punk rifleri vahşi bir vokalle birleşince ayağınızı yere vura vura dinlemek kaçınılmaz. Vokal kendini gerekirse agresifçe saldırarak savunuyor, grubun geri kalanı ise sanki tezahürat yaparak destekliyor gibi bir bütüne sahipler. Etrafını saran soğuk şeytanlarla, hayal kırıklıklarıyla, pişmanlıklarla bitmek bilmeyen ve yapayalnız bir savaşın öfkesinden beslendiklerine inanıyorum. İlk şarkıları “I Coldly Stare out” bu ortamı çok hızlı kuruyor kanımca.

Comes a time, comes a shadow
Comes a devil, calls your name
Can’t you hear his echoing paces
Cold fingers point on you

That Was You” ise grubun kendi kalıpları dışına çıktığı yegâne şarkı. Post-punk’ın ne işe yaraması gerektiğiyle alakalı üstün bir örnek. Benim dışımdaki insanlar ne düşünüyor acaba diye okuyup dururken şu yoruma rastladım: “Glenn Danzig gibi duyulmaya çalışan Alman bir herif. Belirtildiği kadar da özel bir grup değil. Enerjik punk keskinliği olan oldukça basit bir goth rock grubu, ki bu ‘That Was You’ için mükemmel işliyor. Her abartılan gotik grubun (geri kalan şarkılarına işlemese bile) beni fanları yapmanın ucuna getiren, kafamı karıştıran bir tane şarkısı oluyor. ‘That Was you’ kesinlikle Pink Turns Blue için bu işi görüyor.” Bu görüşe katılmamakla birlikte, punk hareketini kendini kaybederken anlattığı hikâyeye çok keskin adapte etmiş bir şarkı olduğu gözden kaçamaz. Duvarları olan sert bir karakterin kendini teslim edişi ve ortada kalışını anlatan şarkının gitarları, iç dünyada yaşanan yıkımın temsilcisi. Genelde acıyla anlatılan kayıp, “That Was You”da bayağı karizmatik bir tavırla anlatılıyor. Hâlâ hayat enerjilerini korudukları, gerektiğinde kendini korumak için etraflarına saldırmaktan çekinmedikleri yıllardan kalan tek albüm olduğuna inanıyorum ilk albümlerinin.

Bir yıl içinde ikinci albümleri Meta‘yı yayınlayan grup bu sefer iyice karanlık dehlizlerine sürüklüyor temalarını. Genel dinleyiciyle, hatta genel post-punk dinleyicisiyle bile dokunuşlarını kaybettikleri yer burası. Şarkıların teması lanetli tanrıların çağrısı ve yok oluşun güzelliğine döndükçe dinleme deneyimi her saniye giderek zorlaşıyor. Güzelliğin sadece tüyler ürpertici kısmıyla ilgilenilen “Cult Of The Beautiful”, nasıl bir korku hikayesinden bahsedildiğini aktarmak için ilk örneğim olacak. Baştan sona dinlemesi çekilmez bir halisünasyon/kabus gibi hissettiren deneyim, negatifi güzellemenin ekstrem uçlarında geziyor. Spesifik olarak hitap ettiği kitleyi en ağır vuran albüm de bu yüzden Meta bana kalırsa. Çürümenin, hapsolmanın, lanetlenmenin dehşeti onların dünyasına ait. Bu teorimi aslında birazcık destekleyen bir şey var, o da grubun kariyerindeki en popüler şarkının “Your Master Is Calling” olması. Albümdeki tüm şarkıları sahiplenmek boğucu olsa da, bu işi en yoğun biçimde icra eden şarkı geri kalanlar adına konuşuyor. 8 dakikalık başyapıt, esir düşmüş bir adamın cehennemden haykırışları benim için. Post-punk’ın vampirik elitizmini değil, vahşi primalliğini vura vura kullanan vokal dakikalarca yalnız ve yaralı kurtlar gibi haykırıyor. Hayatımda maskülenitemi en çok bağdaştırdığım şarkılardan biri olan “Your Master Is Calling”, Pink Turns Blue’yu şüphesizce gotik kültler arasına sokan parça.

My sister’s calling with her lovely spell
Her endless passions mean a greatful hell
I’m waving gently to another world
I need her kisses although it hurts

My master is calling – she is calling

She stays my hunger with a burning meal
And I feel shelter in her bloody sea
I call her devil and I call her God
She cures my soul while my senses rot

My master’s calling – she is calling

I’m burned by love the heart of earth
While preachers announce the end of the world
A carnal love in the dead of night
My heaven’s hell from the other side

1988 sonrası her şey karışmaya başlıyor. Üçüncü albüm Eremite arada kalan bir performans sunuyor ve yenilik getirmiyor. 1991 çıkışlı dördüncü albüm Aerdt (Art+Earth), post-punk sahnesinin kalanı gibi elektronik soundu benimsiyor ve Pink Turns Blue için ilk kez dark wave’e daha yakın bir tarz sağlıyor. Bu değişiklik tekrar ivme kazanmalarını sağlıyor ve grup İngiltere’ye taşınıyor, tabii birkaç kayıpla. Bateri, Wild Mood Swings albümü için The Cure ile de çalacak olan Louis Pavlov ile ses kazanıyor. Bu yolculukta bir yerde vokal Mic Jogwer bas gitar yerine elektroya geçiyor. Çok fazla aldı verdi yaşanıyor kısacası, daha çok şey var arada. Sonic Dust albümü tüm bu kargaşa arasında kaydediliyor.

1994 yılında Perfect Sex albümü de yayımlandıktan sonra uyumsuzluk iyice artıyor ve odak kayboluyor. Yorucu birkaç İngiltere yılı geçiren, müzikal armonilerini kaybeden ve yollarını çok dağıtıp toplayan grup, 1995’te tamamen dağılıyor. Müzikleri gibi sivri bu insanların kaderinin böyle şekil alması şaşırtıcı değil. Belki de Robert Smith boşuna tek düzenli The Cure üyesi değil. İlk iki albümüyle dönemine damga vuran Pink Turns Blue, bu aralıkta unutulmaya başlıyor.

2003 yılında tekrar birleşen grup, günümüze kadar eski kalitelerine erişebilen iki albüm yapabildiler benim gözümde. İlki 2007 çıkışlı Ghost. Burada “Rendez-vous”, “Human Tetris”, “Motorama” gibi indie’ye kayan kaliteli ve kanı kaynayan post-punk soundlarına yaklaşır gibi oluyorlar. İkincisi ise son albümleri Tainted. 2021’de çıkan albüm, zirvesini yaşayalı çok olmuş ve vaktiyle unutulmaya yüz tutmuş bir grup için şaşırtıcı miktarda pozitif tepki aldı. Benim hissettiğim en büyük fark, anlaşılmazlık ve kaos üzerine olan yıkıcı özlerini kontrol altına almış olmaları. Anlatılarına nasıl hükmedeceklerini çözmek uzun yıllarını almış olsa da olgunlaşmış dilleri bir hayli temiz. Enstrümanların üst üste geçtiği, birbirini gölgelere attığı, saldırı halindeki tek taraflı iletişim büyük ölçüde yapılı ve ölçülü bir anlatıya dönüşmüş. Öyle ki, turnelerine daha önce hiç gitmedikleri Türkiye gibi ülkeleri de eklemiş oldular.

İlk yıllarının keskinliğiyle mi yoksa ikinci fazlarının olgunluğuyla mı geldiklerini hiç kestiremediğim grubu 3 Şubat’ta İstanbul’da izlemek için sabırsızlanıyorum. Yeni “karanlık shoegazeimsi” halleri de bir hayli merak uyandırdı bende. Kitlesel bir hareket uyandırmamış olsalar da büyükler liginden bir grup olarak görüyorum kendilerini. Gelecek kitlenin buna hemfikir olacağına inandığım için içim rahat, dinleyici için kendine has bir yer edinmiş gruplardan olduklarına da neredeyse eminim. Konserde görüşürüz!