Thou: “Kulaklarımı Hiç Kontrol Ettirmedim”

Son güncelleme:

Kült statüsünü git gide büyüten New Orleans’lı anarşist gürültü ekibi Thou, yakın zamanlarda herhangi yeni bir haberle gündeme gelmedi. Yine de sırf sevgimizden ötürü grubun vokali Bryan Funck ile Zoom’da buluşup bir sohbete giriştik.

Işık doğrudan yüzüme vuruyor ama beni görebiliyorsun, değil mi?

Bryan Funck: Evet, aynı bir melek gibisin. Ya da Twilight’taki Edward gibi… (gülüşmeler)

Bu sabah bir arkadaşıma seninle röportaj yapacağımı söyledim, “İletmek istediğin bir soru var mı?” dedim. Sorusu yok ama bir yorumu var: Geçen hafta İstanbul’da verdiğiniz konserin muhteşem olduğunu söyledi.

Ne güzel, evet İstanbul eğlenceliydi. Yani, bakınca daha önce gitmediğimiz bir yere gitmek, yeni ve tatlı insanlarla tanışmak dışında bizim için olağanüstü bir yanı yoktu aslında. Tüm turne de böyleydi zaten. Berlin ve Fransa gibi daha önce çaldığımız birkaç yer vardı, ama daha önce gitmediğimiz yerlerde de çalmak hoş bir değişiklik oldu. Konserlerin kendisi hep üç aşağı beş yukarı aynı zaten.

Instagram’da yakın zamanda paylaştığın bir gönderide bu turnenin ardından bir süre Avrupa’ya tekrar uğramayacağınızı yazmıştın. Eve döndünüz, şimdi biraz inzivaya mı çekiliyorsunuz?

Evet ya, öyle yapmaya çalışıyoruz. Şu an planımızda olan her şeyi yıl sonuna kadar tamamlayacağız, sonra da gelecek seneyi büyük oranda boş geçireceğiz. Muhtemelen ilk altı ay hiçbir şey yapmadan geçecek. İkinci yarıda bir şeyler yaparsak da bu umarım yeni albüm üzerinde çalışmak için olur. Ya da dağılırız, birinden biri.

Bencilce olacak, ama şahsen Thou’nun sonsuza dek devam etmesini isterim.

Bakarız.

YouTube’da son albümünüz Umbilical’ın videosunun altında biri şöyle yazmış: “Thou artık tür ötesi bir şey oldu, yaptıkları müzik sadece ‘yüksek ses’ olarak tanımlanabilir.” Bu yorumu çok komik buldum. Sana sormak istediğim şey ise şu: Onca yıl yüksek ses çaldıktan sonra kulakların ne durumda?

(gülüyor) İşitme yeteneğim kesinlikle süper değil, ama anneme sorsan bendeki seyin sadece işitmede seçicilik olduğunu söyler. Avrupa’da da olan bir fenomen mi bilmiyorum, ama basitçe aktarırsam “duymak istediğin şeyi duyar, istemediğin şeyi duymazsın” düsturunda bir işitme oluyor. Bence herkesin birkaç frekansı kaçırdığı oluyordur; ama genel olarak işitmem fena değil. Kulaklarımı hiç kontrol ettirmedim. Çınlamam yok, orası kesin. Matthew (Thudium)’da var sanırım, başka da hiçbirimizde yok.

Bu işitmede seçicilik dediğin şey arada faşist insanları sessize almanı da sağlıyor mu?

Aynen. Bir 5-10 yıl daha ver bana, bakalım hâlâ duyabiliyor olacak mıyım. Muhtemelen konuşma yetimi bile yitirmiş olurum.

Umbilical albümüne dair birkaç sorum olacak. Albümün kayıt sürecini düşündüğünde, sana göre yapması en kolay ve en zor olan iki şarkı hangileriydi?

Bizim için her şarkının süreci aşağı yukarı aynı aslında. Açıkçası kayıt sürecimiz şu noktada o kadar oturmuş durumda ki, her şey aşırı kolay ilerliyor. Sürekli aynı kişiyle çalışıyoruz hem. James Whitten diye bir arkadaşım var, liseden. Ben gruba katıldığımdan beri neredeyse bütün kayıtları onunla yaptık. Kendisiyle yapmadığımız iki üç albüm var, onlar da Andy’nin ve Matthew’nun eski arkadaşlarıyla, yani benim gruba katılmamdan önce yaptıkları işler. Bir de The Body ile ortak kaydımızda Seth Manchester’la çalışmıştık. Toplamda kayıtların %99’unu James ile yaptık. Öyle çok prodüktör kimliğiyle öne çıkan biri değil ama teknik anlamda işin merkezinde; stüdyoya girince adeta grubun bir üyesine dönüşüyor.

Sanırım en çok vaktimizi alan şey, ilk gün ekipmanların kurulumunu yapmak ve albümün sound’unu belirlemek oluyor. Stüdyoya gitmeden önce ne tür bir sound istediğimize dair az çok bir fikrimiz oluyor zaten. Bunu önceden James’e iletiyoruz, o da buna göre bir şeyler hazırlıyor. Onun tarafında sadece gitar tonlarını oturtmak, mikrofonları nasıl kurup nasıl kayıt alacağını çözmek zaman alıyor. Umbilical, diğer albümlere göre bu anlamda biraz farklıydı çünkü James’in stüdyosu ilk adım attığımızda tam anlamıyla hazır değildi. İçinde herkesin farklı odalara girip sesi izole edebileceği alanlar yoktu yani. O yüzden biraz yaratıcı olmamız gerekti, her şeyi canlı çalmak istiyorduk. Normalde şarkı kaydederken herkes aynı odada birbirine bakarak çalıyor ama amfiler başka bir odada oluyor. Herkes kulaklıkla çalışıyor, amfiler de izole şekilde duruyor. Bu şekilde canlı kayıt alıyoruz. Birkaç deneme alıyoruz, sağlam bir kayıt çıkınca elimizde o kalıyor. Ufak tefek hatalar varsa onları sonra düzeltiyoruz. Bu sefer Andy ve Matthew gitar çalarken o doğal feedback’i almak istiyorlardı, çaldıkları sırada tonun enerjisini daha iyi yakalayabilmek için amfilerle aynı odada olmak istediler. Bu yüzden o ikisi bir odadaydı, Mitch ve Tyler da başka bir odada bas ve davul çalıyordu; ama neticede herkes aynı anda kayıttaydı. Kayıtta karşılaştığımız tek zorluk buydu; ama bu da baktığında ciddi bir engel sayılmaz. Sadece nasıl halledeceğimizi bulmamız gerekti. Onu da çözdükten sonra her şey su gibi aktı.

Stüdyoya girdiğimizde çok hızlı çalışıyoruz, bir an bile boş takılmıyoruz. Elimizdeki şarkı demetini dışarı döküyor; genelde bir iki gün içinde temel kayıtları tamamlamış oluyoruz. Ufak tefek hatalar varsa, mesela gitarda ya da basta ses kaymışsa, bizim çocuklar hemen kayda girip düzeltiveriyor. Kısacası genelde ilk iki günün sonunda tüm şarkılar temel hatlarıyla hazır oluyor. Umbilical’da bunu tam olarak böyle mi yaptık hatırlamıyorum ama bu albüme atılırken aslında bir planımız vardı. “Bu sefer öyle her şeyi tek seferde yapmayalım, her gün sadece birkaç parçaya odaklanalım,” demiştik. Her parçayı daha derinlemesine işleyelim istemiştik. Ama sanırım onu da yapmadık. Eski yöntemimize güvendik ve hızlıca kaydettik. Kayıtlar bitince bir iki günümüzü overdub’lara ayırıyoruz, ekstra gitarlar, garip sesler falan ekliyoruz. Son olarak da ben işe dahil oluyorum. Ya sabahları erkenden geliyor ya da herkes gittikten sonra kalıyor; birkaç saat içinde vokalleri kaydediyorum. Bu konuda da epey hızlıyım. Genelde sadece ben ve James oluyoruz stüdyoda. Kontrol odasındaki kanepeye oturuyor, şarkıları arka arkaya defalarca okuyorum; ta ki istediğim hâle gelene kadar. Sorunu cevaplayamadım, kusura bakma. (gülüşmeler)

Stüdyoda hızlı olduğunu söyledin, peki söz yazma konusunda nasılsın? Umbilical’daki sözleri özellikle çok sevdim.

Diğer herkes nasıl söz yazıyorsa ben de öyle yazıyorum: Bazen bir fikir gelip hemen dökülüveriyor, yerine oturuyor, güzel oluyor. Bazen de -bu albümde bile var böyle şarkılar- pek içime sinmeyen şeyler ortaya çıkıyor. Kafandaki fikri toparlayıp düzeltmeye çalışıyorsun. Stüdyodayken değişiklik yaptığım çok kısım oldu. İltifatın için sağ ol, ama kendimi öyle büyük bir söz yazarı olarak görmüyorum. ‘İş gördüğümü’ düşünüyorum sadece. Kesinlikle öykündüğüm, “Keşke ben de böyle yazabilsem,” dediğim insanlar var. Kimisi daha şiirsel, kimisi daha renkli, kimisi daha doğrudan yazıyor. Ben galiba bunların tam ortasında bir yerdeyim, keyif de alıyorum bu işten.

Bu bahsettiğin insanlar kimler? Örnek verebilir misin?

Daha şiirsel, zeki, mecazlı sözler yazanlardan başlayayım: Fiona Apple, beş kişilik shoegaze grubu Mira, The Smiths dönemi Morrissey, The Shins’ten James Mercer (özellikle ilk iki albümleri müthiştir), Live’dan Ed Kowalczyk. Ed’in işlerini bayağı beğeniyorum, epey de esinlendim, yazdığım bazı şeyleri ondan resmen arakladım diyebilirim. Daha doğrudan ve vurucu söz yazanlar ise: Elbette Born Against’ten Sam McPheeters; Left for Dead dönemi Chris Colohan; bir de buralı, New Orleans’lı, değeri bilinmeyen efsane Joey Gates. The Faeries adında bir grubu vardı, delilikti resmen. Müthiş bir sahne enerjisi vardı. Frontman kelimesini de hiç sevmem ama… (gülüyor) Sahnede parlayan biriydi işte. Kafayı sıyırmış bir Sam McPheeters gibi sözler yazıyordu, bayağı çılgındı. “Keşke ben de onlar gibi yazabilsem,” dediğim isimler bunlar olur herhalde.

Herkesin kendi sesi var sonuçta, değil mi?

Kesinlikle. Tüm mesele de bu bence. Bir noktada neye yetenekli olup neye olmadığını fark ediyorsun ve güvendiğin yönünden destek alarak yoluna devam ediyorsun. Ben de öyle yapıyorum, kendi tarzımda yazıyorum. Aynı durum grup için de geçerli. Bir noktada “Thou soundu”nun ne olduğunu kavradık ve o çerçeve içinde kalıp, aşama aşama o çerçeveyi olabildiğince zorlamaya başladık. Yine de özümüzde “biz” kalabilmiş bir sound’umuz var.

Umbilical’ın yaratım süreciyle ilişkili üç nesne say desem aklına gelecek bir şeyler var mı? 

Hmm, bilemedim. Bu albüm benim için daha çok punk bir kayıt yapma denemesi gibiydi. O yüzden de somut bir nesneyle bağdaştırmak zor geliyor. Aslında punk ya da DIY kültürüyle de doğrudan ilişkiliydi demek istemem. Daha çok çocukken, ergenken ya da yirmili yaşlarımda sahip olduğum o romantik ideolojiyle alakalıydı. Albüme bir totem bulmak gerekiyorsa, o da o dönemden kalan albümler, küçük eşyalar ya da o dönemin tarzını yansıtan kıyafetler olabilir. 90’lar hardcore estetiği falan… Elle tutulur, fiziksel bir obje bulamam yani.

Grup içinde albüme dair kaba bir referans noktası varsa o da Nirvana’nın In Utero albümü diyebilirim. Albümümüzün onunla birebir alakası var diyemem; ama fikir aşamasında bizim için bir pusula gibiydi. Noise rock’a yaklaşan bir şeyler yapma fikrimiz vardı. Hatta bir ara “In Utero nerede kaydedilmişti?” diye bakıp aynı stüdyoya (Pachyderm Studios) gitmeyi düşündük. James’i de yanımıza alıp farklı bir stüdyoya kapanalım, dikkatimizi dağıtacak hiçbir şey olmasın, sadece bu albüme odaklanalım istedik. Ne var ki uygun bir stüdyo bulamadık. Pachyderm sanırım doluydu; boşsa da bizim için ulaşımı, ekipman taşıma kısmını falan düşününce mantıklı gelmedi. Diğer stüdyolar ya ortam olarak bizi açmadı ya da doğru ekipmana sahip değildi. Bizim de zamanımız yoktu belki. Kısacası bir türlü olduramadık. Ama işte biz hep böyleyiz: Albüm yaparken önce acayip iddialı, uçuk planlar yapıyoruz; sonra o planı yavaş yavaş daha ulaşılabilir, mantıklı bir forma getiriyoruz.

Farklı röportajlarda grup olarak Umbilical’ı ‘kendi kendinize yazdığınız bir diss albümü’ olarak tanımladınız; gençliğinizin bugünkü sizi “satılmış” bulabileceğini düşündünüğüzü belirttiniz. Bence gayet güzel yaş aldınız, politik olarak doğru konumda durarak ve sağlıklı özeleştiriler vererek ilerlediniz. Kanaatimce açık bir zihinle yapılan sağlıklı özeleştiriler, insanlığımızı korumanın temel unsurlarından biridir. Thom Yorke’u düşünelim: Radiohead eskiden Bush hükümetinin Irak’taki askeri varlığını eleştiren, sol tandanslı bir gruptu. Yorke bugün İsrail’in Gazze’deki soykırımıyla ilgili, uzun ama hiçbir şey demeyen korkak bir Instagram açıklaması yapıyor ve kendini mağdur gösteren beyanlar yazıyor. Demem o ki, sence de sağlıklı özeleştiriden çok daha fazla kişi yararlanmalı mı?

Kesinlikle. Zaten terapiye gitmenin amacı bu değil mi? (gülüyor) Thom Yorke’un son meselelerine pek hâkim değilim, hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Açıkçası Radiohead’in sadece ilk iki albümünü seviyorum.

O paylaşımı okumana gerek yok zaten, sırf vakit kaybı. Lafı uzunca geveliyor ve kayda değer hiçbir şey söylemiyor.

Eh, bilemiyorum… Thom Yorke ya da başka herhangi biri yeterince özeleştiri yapıyor mu, bunu benim söylemem doğru olmaz. Bazen insan öz farkındalığı ne kadar yüksek olursa olsun yaptığı şeylerin, söylediği lafların başkaları üzerindeki etkisinin pek farkında olmayabiliyor. Açıkçası insanların arkasından pis pis konuşmayı severim; ama bir yandan da şöyle düşünürüm: Eğer X, Y, Z gibi hoşlanmadığım şeyler hakkında laf edeceksem, aynı zamanda önemsediğim şeyler hakkında da bir şeyler söylemeye, onları da eleştirel şekilde değerlendirmeye açık olmalıyım. O şeyleri ya savunabilmeliyim, ya da savunamamayı göze alabilmeliyim. Yani çelişkili bir yaşam tarzıyla yaşamayı da öğrenmek gerekiyor. Neyse, sonuçta sorunun cevabı şu: Bence herkes biraz özeleştiriden ve terapiden fayda görecektir.

Korkutucu bir çağda yaşıyoruz ve politik olarak uyanık kalabilmek için insanın önce kendine dönüp bakması gerekiyor.

Kesinlikle.

Bildiğim kadarıyla çizgi romanlara fazlaca hâkim birisin. Son zamanlarda neler okuyorsun?

Şu sıralar derinlemesine Thomas Ligotti evrenine gömülmüş durumdayım. Yazdıklarını çok seviyorum. Hikâyeleri H.P. Lovecraft tarzında, adı konmamış korkular üzerine kurulu; ama ortada canavarlar yerine varoluşsal dehşet var. Harika, bayağı nihilist bir havası var. Ligotti’nin işlerine bayılıyorum. Bir süredir o masadayım. Barry Windsor-Smith’in Monsters çizgi romanı da hâlâ favorilerimden biri. Yaptığı her şeyi çok seviyorum. Bir de İsveçli bir kadın sanatçı var, Linnea Sterte. Birkaç kitabı var. Stages of Rot çok iyi mesela; ama daha yakın zamanda yayınladığı bir kitabı var, adı World Heist. Bayıldım. Yoshitaka Amano ile Moebius’un bir karışımı gibi. Manga esintili ama aşırı stilize değil. Çok iyi gerçekten. Son zamanlarda keşfettiğim bir diğer çizer de Matt Emmons. Daha yeraltı işler yapıyor. Bu isimlerin hepsine bayılıyorum. Henüz Jeff VanderMeer’in yeni kitabını okumadım. Southern Reach serisinde dördüncü bir kitap yazdığını biliyorum, ama daha elime geçmedi.

(Bryan’ın köpeği havlıyor) Kusura bakma, köpeğim ne zaman röportaj yapsam huysuzlaşıyor. Şu an bir şeyleri parçalıyor. Sessiz sessiz ona bir şeyler fırlatıp duruyorum ama dinlemiyor.

İstanbul’da bir sürü kedi köpek var değil mi?

Evet, orası tam bir kedi cenneti zaten.

Evet, çok etkileyiciydi. Yunanistan’da daha fazlasını görürüz sanmıştım aslında. Gittiğim her yerde Atina’nın kedilerle dolu olduğu söylenmişti. Ama İstanbul açık ara öne çıktı.

İstanbul kedileriyle ilgili bir belgesel var, adı Kedi. İzlemek istersen not düşeyim, çok tatlı bir belgesel.

Tamamdır, bakacağım.

Bir hayran sorusuyla devam edelim: Daha önce birçok başka isimle işbirliği yaptınız. Yakın gelecekte yeni işbirlikleri olacak mı?

Evet, birkaç kişiyle bir şeyler yapma üzerine konuştuk ama yakın zamanda hayata geçerler mi, onu geçtim, herhangi bir noktada gerçek olur mu hiç emin değilim. Bu yıl kesinlikle olmayacak gibi duruyor. İçimden bir ses şayet seneye bir şeyler yazmaya başlarsak doğrudan yeni bir albüm üstüne çalışacağımızı söylüyor. Yazmaya başlayacağız ve ortaya neler çıkacağına bakacağız. Genelde bir albüm yapacağımız zaman neyle ilgili olacağına, ne tür bir sound’a yöneleceğimize dair kabataslak bir fikrimiz olur. Genelde içimizden biri, albümün “taslağı” olacak parçayı yazıp getirir. Sonra o şarkının sunduğu yolda ilerleyerek albümü şekillendiririz. Seneye yeniden bir şeylere başlarsak sadece yazacağız ve şarkılar bizi nereye götürürse oraya gideceğiz. Belki bu bir albüme dönüşür, belki de sadece bir grup parça olarak kalır. Kısacası yakın zamanda planlanmış bir işbirliği yok. Birkaç kişiyle bir şeyler yapabiliriz, ama olup olmayacağı belli değil.

Yollar sizi nereye götürürse diyelim.

Aynen öyle. O işler biraz zor çünkü mesela Tyler New Orleans’ta yaşamıyor, Chicago’da kendisi. Yani bir araya gelmek bile başlı başına bir lojistik sorun. Bir de üstüne denkleme başkalarını eklemek, bizim için ekstra bir organizasyon gerektiriyor. İşbirliği dediğin şey, çoğu zaman evet-hayır ikileminin ötesinde bir karmaşa olarak seyrediyor. İki tarafı da bir şekilde buluşturup işe yarayan, kulağa ilginç gelen, sadece A artı B değil, C gibi, yepyeni bir şey gibi duran bir şey yapmak gerekiyor. Demek istediğim şu: Bu tarz işler, hem yaratıcı hem de pratik anlamda ciddi bir hazırlık ve emek gerektiriyor. Büyük bir sorumluluk. Başkalarını sürece dahil ettiğinde, her aşamada sürecin kendisini daha fazla bağlılık göstermen gerekiyor. Beşimiz ise nasıl çalışacağımızı çok iyi biliyoruz. O yüzden sadece kendi aramızda çalışmak her zaman çok daha kolay oluyor. Daha esnek ilerleyebiliyoruz.

Müzik dinleme geçmişine bakabiliyorsan en son hangi üç şarkıyı dinlemişsin?

Genelde dükkânda müzik dinliyorum, o yüzden bilemedim. Streaming’den dinlediklerime hemen bir bakayım…

The Harder They Come soundtrack’ini bayağı dinliyorum son zamanlarda. Colonel Bagshot’tan “Six Day War”ı da dinlemişim. Eski saykodelik bir parça. Colonel Bagshot hakkında hiçbir şey bilmiyorum, şarkıyı da sadece DJ Shadow bir kısmını sample’ladığı için biliyorum. Bir ara Midwife ile işbirliği yapmayı konuşuyorduk; dedim ki olur da bu gerçekleşirse, herkesi bu parçayı onunla birlikte yorumlamaya ikna etmem gerek.

Sonra James’ten “Laid” var. Onu tamamen rastgele açtım sanırım. Ama ardından gelen Spotify radyosu berbattı. (gülüyor) Sonrasında da sırayla A Tribe Called Quest, Geto Boys ve Earth Crisis çalmışım.

Bir fikir pazarlayacağım sana: DJ Shadow ile bir işbirliği yapsanız süper olmaz mıydı?

Onun için işbirliği bile gerekmeyebilir. Sadece elimizdeki parçaları verip istediği gibi remixlemesini sağlayabiliriz.

İlginç olmaz mıydı ama?

Olurdu ama muhtemelen beni devre dışı bırakmaları gerekirdi. (gülüyor)

Bazı parçaları düet formatında. Belki sadece seni içeren bir düet olur.

Belki de, evet.

Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Thou’nun anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?

Sanırım “Siege Perilous” şarkısının son sözleri olurdu. Sublime’dan çaldım o kısmı da:
I’m not coming back.” (Geri dönmeyeceğim.)

Thou’nun resmi sitesine şuradan, Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.