Kült avantgart neoklasik rock ikilisi These New Puritans (ikiz kardeşler Jack ve George Barnett) uzun bir aradan sonra iki yeni single (Caroline Polachek’li “Industrial Love Song” ve “Bells”) ile aramıza döndü, yeni albüm Crooked Wing ise 23 Mayıs’ta yayında. Albümü önden dinledik, sonra da Jack ile Zoom’da yer yer felsefi bir sohbete oturduk.
Jack Barnett: (Xiu Xiu tişörtümü kastederek) Tişörtünü sevdim.
Teşekkürler! Xiu Xiu’yu çok severim.
Ben de gençliğimde onlara bayılıyordum. Çok dinlerdim. Bence o dönemde gerçekten harika gruplar vardı ve hiçbiri tam olarak bir janranın içine sığmıyordu. Her biri fazlasıyla nevi şahsına münhasırdı.
Bence siz de tam öyle bir grupsunuz.
Teşekkürler. Jaime (Stewart) ile bir festivalde tanışmıştım. Nerede olduğunu hatırlamıyorum, bayağı uzun zaman oldu. Gayet iyi birine benziyordu.
Son albümünüzü çıkarmanızın üzerinden altı yıl geçti, ama bana çok daha uzun süre geçmiş gibi geliyor. Pandemi, savaşlar, soykırımlar, adım adım içine girdiğimiz tekno oligarşi çağı… Böylesine hızlı değişen bir dünyada, Crooked Wing‘i kaydetmek için stüdyoya girdiğinizde sen ve George kendinizi yeniden doğmuş gibi hissettiniz mi?
Açıkçası her albümde öyle hissediyorum. Her seferinde hem ilk, hem de son kez albüm yapıyormuşum gibi geliyor. Müziği sil baştan öğrenmek zorunda kalıyorsun, aynı zamanda her şeyi unutman da gerekiyor. Bu sefer daha da yoğun bir şekilde hissettim bunu. Altı yıl oldu dediğinde bir an için biraz utanç, korku ve mahcubiyet hissettim. Çok uzun bir süre. Ama bazen müziğin seni yönlendirmesine izin vermelisin. Bittiğini sandığın bir şarkı bir anda dönüşmeye başlıyor ve sen de onun peşinden gitmek zorunda kalıyorsun. Belki de bu yüzden bu işler bazen daha uzun sürüyor.
Kayıt süreci senin için bir field recording ile başlamış. O ilk kaydı albümde duyabiliyor muyuz, yoksa tamamen başka bir şeye mi dönüştü?
Yok yok, kesinlikle duyabiliyorsun. Albümün her yerinde var. En belirgin olduğu yer “Bells” ama başka yerlerde de var. Bazen dönüştürülmüş halleriyle duyuyorsun. Kimi zamanlar müzik yaparken bir işaret tabelasına ya da seni yönlendiren küçük bir rehbere ihtiyacın oluyor. Benim müzik yapma sürecim çok fazla şey yazmaktan geçiyor. Hem de bayağı fazla şey… Ve ortada bu sesleri birbirine bağlayan hiçbir unsur olmuyor. Hepsi farklı yönlere doğru ilerliyor, hepsi dikkatini çekmeye çalışıyor. Tam bir kaos… Sonra oturup içlerinden bir yol haritası çizmen gerekiyor. İşte aldığım o ilk kayıt “Bells”in yola koyulmasını sağlayan şey oldu. O şarkı da bize “Tamam, doğru yoldasınız!” dedi.
Belki de hem sanatta hem hayatlarımızda tüm mesele kaosu organize etmektir, ne dersin?
Kesinlikle öyle. Evet, haklısın.
“Industrial Love Song”un Caroline Polachek ile bir düet olduğunu öğrendiğimde bayağı şaşırdım ve sevindim. Kendisi en sevdiğim çağdaş sanatçılardan biri. Bu iş birliği nasıl gelişti?
Aslında ilk Caroline bizimle iletişime geçti. Inside the Rose albümümüzü çok sevdiğini söyledi. Bir süre sonra George ona şarkının ilk halini gönderdi. O zamanlar adı “Industrial Love Song” değildi, ortada sadece melodi ve akorlar vardı. İlginçtir ki yaptığımız demoda hem doğal hem de biraz doğaüstü bir ses vardı. Bir opera sanatçısı gibi tınlayan, aynı zamanda biraz dijital, tam da robotik olmayan ama işlenmiş bir ses… Sonra Caroline geldi ve o ses birdenbire anlam kazandı. Sanki başından beri bir şeyler arıyordu ve Caroline’in sesiyle birlikte kendini bulmuş, kendi toprağına kavuşmuş oldu.
Zaten harika bir sesi var ve bu sesi inanılmaz kullanabiliyor. Bu şarkıda da harika iş çıkarmış.
Kesinlikle! Kendisinin müziğini dinlerken bazen “Tamam, burada kesin bir efekt var.” diye düşündüğüm şeylerin aslında onun doğal sesi olduğunu fark ediyorum. Gerçek zamanlı olarak yapabiliyor her şeyi. Bu tür zıtlıklar hoşuma gidiyor. Bence bu iş birliği çok güzel sonuç verdi. Sadece bir gün birlikte kayıt yaptık ve şarkı oracıkta tam anlamıyla canlanıverdi.
Şarkının teması makinelerin de bir insanlık taşıyabileceği fikrş üstüne kurulu. Özellikle yapay zekânın hayatımıza bu kadar radikal şekilde girdiği ve teknolojik oligarşinin yükselişte olduğu bir dönemde bu tema bana çok anlamlı geldi doğrusu. Dünyanın hızlı dönüşümler geçirdiği bu koşullar içinde insanlığımızı koruma konusunda ne kadar umutlusun?
Açıkçası işlerin gidişatı bana çok korkutucu geliyor. Yaşananlara karşı koymalı, insan olmanın değerli yanlarını korumaya çalışmalıyız. Öte yandan işin komik yanı şu ki bu şarkıyı yaklaşık dört yıl önce yazmıştık, yani yapay zekânın bu kadar patlamasından önce… Şimdi geriye dönüp bakınca sanki o dönem farkında olmadan bugünü yazmışız gibi geliyor. Sanki makinelerle birlikte biz de yavaş yavaş işlevsizleşiyoruz. Bir bakıma onlarla bir bütün haline geliyoruz. Bu yüzden iki makinenin arasında geçen bir aşk şarkısı yazmak bana artık garip gelmiyor.
Albümde başka hangi isimlerle işbirliği yaptınız?
Basında bu konuyla ilgili birkaç abartılı haber çıktı, ama aslında öyle çok fazla kişi yok. Albümün yüzde doksanı George ve benim eserimiz. Chris Laurence da var. Müthiş bir İngiliz caz kontrbasçısı. Artık benzerlerine pek rastlamadığımız türden bir müzisyen. Çok ilginç bir dönemde yetişmiş. Elton John ve Peter Gabriel ile de çalışmış, Kenny Wheeler ve Gil Evans gibi isimlerle de… Yani hem caz, hem deneysel, hem klasik müzik dünyalarında kendini tamamen otantik biçimde var edebilen nadir müzisyenlerden biri. Sadece bir günlüğüne uğrayıp çaldı ama onun gibi birini zirve formunda görmek, odaklanmasını ve yoğunluğunu deneyimlemek inanılmazdı.
Ayrıca bu albümde grubun iki orijinal üyesi Sophie ve Tom da çaldı. Uzun süre sonra ilk defa onlarla yeniden bir albümde kavuştuk.
Albümden biri ortaya çıkması en kolay, diğeri en zor olan iki şarkı seçsen bunlar hangileri olurdu?
Zor olanı “Bells” olsa gerek. Aslında zor muydu emin değilim, ama garip bir hikâyesi var. Başlangıçta başka bir şarkının orta bölümüydü sadece. Sonra zamanla büyüdü, genişledi ve bambaşka bir şeye dönüştü. Yapımcımız Graham Sutton bir noktada “Bu başlı başına bir şarkı oldu.” dedi. Zamanla dönüşüm geçirdi, uzun bir süreçti. Ama gerçekten zor muydu emin değilim.
Sadece biraz zaman aldı diyelim?
Evet. Kolay şarkı ise muhtemelen “Crooked Wing”. Resmen bir trans halinde, kendiliğinden ortaya çıktı. Bir an kendisinden eser yoktu, sonra bir bakmışız son şekline kavuşmuştu.
Trans demişken ne sıklıkla rüya görürsün? Sence rüyalarının şarkı yazımına etkisi oluyor mu?
Çok, çok sık rüya görürüm. Bence müzik yapmanın en iyi yolu, kompozisyon yazım sürecinin rüyamsı bir hal almasıdır. Yani şahsen en ideal gördüğüm senaryo rüya görerek müzik yapmak diyebilirim. Rüyamda müziği duyduğum da oluyor. Hatta Inside the Rose albümündeki “Where the Trees Are on Fire” şarkısı tamamen bir rüyamdan çıkageldi. Bu rüyada bir arkadaşımla yürüyordum. Ufka baktık, nehrin öteki tarafında ağaçlar alev almıştı. Arkadaşım “Bak! Ağaçlar yanıyor!” dedi ve o an oracıkta şarkı başladı. Resmen bir müzikalin içindeymişim gibi şarkıyı deneyimledim. Sonra da uyandım ve hemen vokal kaydı aldım. Bazen rüyamda ortaya çıkan müzikler gerçekten berbat oluyor. Kötü bir reggae parçası ya da korkunç bir nu-metal şarkısı gibi şeyler görüyorum. Ama arada güzel şeyler de beliriyor.
Bunu anlatman beni metal tarzda bir These New Puritans albümü nasıl olurdu düşündürdü.
Vay. Asla asla dememek gerek tabii.
Şu an streaming platformuna erişimin varsa en son dinlediğin üç şarkıyı söyleyebilir misin?
(telefonunu kontrol eder) Bir saniye… Bazılarını açtığımı hatırlamıyorum, o yüzden biraz kafam karıştı. Tamam, hazırım. Kate Bush’tan “The Sensual World” var. Galiba spor salonundayken dinlemiştim. Evet, artık spor salonunda Kate Bush dinleyecek yaşa geldim. (gülüyor)
Sonra “The Rite of Spring” var. Ayrıca The Clancy Brothers’ın “Eileen Aroon” şarkısını dinlemişim, İrlanda’dan geleneksel bir parça. Kayıt kalitesini aşırı sevdiğimi söyleyemem ama bence harika bir şarkı. Belki bir gün cover yaparım. Ayrıca Bob Dylan’dan “Gotta Serve Somebody” de var listede.
Konuyu biraz dağıtacağım ama Bob Dylan’ın Instagram’da yaptığı Machine Gun Kelly paylaşımını gördün mü?
Evet, inanılmaz değil mi? Harika olay bence. Bir de eski ABD başkanı Andrew Jackson hakkında 30 dakikalık çok garip bir video paylaşmış.
Bob gerçek bir Instagram efsanesi.
Kesinlikle. Ne yapacağını asla öngöremiyorsun.
Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. These New Puritans’ın anıt taşında hangi şarkı sözünüz yazsın isterdin?
Hmm, bu soruya cevap vermek biraz zor.
Acele etmene gerek yok.
Açıkçası anlamla ve şarkı sözleriyle aramda garip bir ilişki var. Benim için önce sesler gelir, sonra yavaş yavaş bu seslere kelimeler ve anlamlar eklemlenir. Bazen şarkılarımızın gerçekten bir anlamı olup olmadığını bile bilmiyorum. Şu an beynimi zorluyorum. Zaten konserlerde şarkı sözlerini hatırlamak bile benim için büyük bir dert.
Pas demek de bir seçenek. (gülüyor)
Yok yok, düşünüyorum. Hmm… Belki “Burası hayallerinin gerçekleştiği yer. Kâbuslarının da.” (“Where the Trees Are on Fire” şarkısından) olabilir. İş görür.
Güzel seçim.
Az önce rüyalardan bahsettiğimiz için aklıma geldi.
Sorularım bu kadar, Jack. Seninle tanışmak güzeldi.
Seninle de. Vaktini ayırdığın için çok teşekkür ederim. Bu arada arka planını yeni fark ettim. Ormanda geziniyormuşsun gibi duruyor. Güzel, ama dikkat et sakın kaybolma.
Belki de kaybolmak istiyorumdur. (gülüşmeler)
O zaman tamam.
These New Puritans’ın Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.