Anthony Hopkins ve Jonathan Price’in iki papaya hayat verdiği The Two Popes başarılı yönetmen Fernando Meirelles’in biyografik filmi. Gerçek hayat hikayesine dayanan film bizi başından sonuna ayakta tutan bir ritme sahip, zaman zaman diyalogların ritmi yavaşlatma riskine rağmen filmin konusu hala hepimiz için de sıcak olan kilisenin skandallarına da dayandığı için seyircinin dikkatini kendine toplayabiliyor rahatlıkla. Bir Netflix filminin otosansüründen nasibini aldığını anladığımız The Two Popes anlatımıyla bizi skandalların ayrıntılarını öğrenme merakından uzaklaştırıp dikkatimizi iki papanın iletişiminin dayandığı dinamiklere çekiyor. Bu noktada da eski ile yeni zihniyet arasındaki farkın altı çiziliyor diyebiliriz.
Eskinin gerek flashbacklerle anlatımı gerekse Pope Benedict üzerinden zihniyet olarak eskinin gösterilişinde seyircinin mesafe almasına sebep olan yöntemler kullanılmış. Ama bir yandan da karşılıklı günah çıkarma seanslarıyla geçmişlerinden kopmadan onların izinde değişmeyi irdeliyor film. Benedict ile Francis’in ilk konuşmalarından birisinde Benedict’in değişimi taviz vermek olarak tanımlıyorken film boyunca değişen kendisi oluyor. Francis’in gençliğine döndüğümüz zamanlarda onun zor bir dönemde yanlış kararlar vererek ve bedeller ödeyerek değiştiğini görürken film boyunca Benedict’in zorlu döneminin bugün olduğunu görüyoruz, bu noktada da Francis ona yol gösterici olup değişiminde destekçi oluyor.
Eski ve yeniden ziyade bir iktidar sorgulaması da içeriyor film. Francis Arjantin’de diktatörlük dönemini deneyimlemiş birisi olarak iktidar ve mekanizmalarına hakim izlenimi bırakıyor bizde, bunu bilgeliğinden rahatlıkla anlayabiliyoruz. Bu noktada söylediği bir sözü aklımdan çıkaramıyorum: “diktatörler zayıflıklarımızı ortaya çıkarır.” Bir dönemi incelerken diktatörü tam sorumlu kılmak elbette çok kolay bir şey ama o noktada diğerlerinin de alması gereken sorumlulukları da sorgulamak gerekiyor. Francis’in kendi geçmişinde yüzleştiği en temel şey de bu sorumluluğu, yerine getiremediği sorumluluğu, kendi deyişiyle zayıflığı. Dikta rejimlerinin kuralları ve adından da anlaşılacağı üzere dikteleri vardır, bunlara göre yaşamak ya da bunları sorgulamak önemli bir ayrım. Elbette bazen de elimizden gelenler yeterli olamıyor, aynı Francis’in hayatında olduğu gibi.
Tam olarak bununla alakalı olmasa da filmin son kısmında Francis’in bir vaazında söylediği ve bugünlerde Türkiye için de anlamlı bulduğum bir sözü var: “suçlayacak birisi olmadığında herkes suçludur.” Peki bu ne mi demek? Örneğin konu bir iklim kriziyse, bu noktada müdahale eksiklerini göstermemek adına bazı suçlular yaratmak, bunlar yetmediğinde listeye yeni suçlular eklemek afaki kalıyor. Çünkü bu listeler gerçekçi olmuyor, eğer kriz başlayalı bir haftayı geçiyorsa, bu önüne geçilemez hal sorumluların suç işlediğini söyleyerek hedefe koydukları isimlerin kazandığı anlamına geliyor. Böylece de hedef değiştiriliyor ve mesela bir ağacın biyolojik yapısı bile bir suçlu olabiliyor. Ama aslında olan bu suni suçlulara tutunarak hareket etmek değil asıl suçluyu görmek, yani Francis’in dediği gibi “herkes”i.