The Lamb as Effigy zor bir albüm. “Zor müzikler” kategorisine aşina kulaklar için bile zorlayıcı olabilecek bir çalışmadan bahsediyoruz: 96 dakikalık destansı bir süreye yayılan bu 8 şarkılık yolculuk, senfonik esinlenmeler de içeren kaotik bir araf kurgusu adeta. İçinde barındırdığı melodiler sanki bir kara deliğin yörüngesinde seyrediyor, o sonsuz boşluğun içine çekildikçe de parçalarını birer birer kaptıran cayır cayır gürültülere evriliyor. Aynı anda korkutucu ve büyüleyici bir deneyim; fani materyal dünyada bir yeri olmadan uzayın dışını işgal eden, bu kuşkulu varoluşuyla tekrar tekrar içine çekilebileceğiniz türde bir delilik.
Kaliforniyalı deneysel dörtlü Sprain’i H.P. Lovecraft romanlarından hallice bu sound’a kısa ve ilginç bir yolculuk taşımış: Vokal Alexander Kent ile basçı April Gerloff başta bir apartman dairesinde kendi hallerinde takılıyor, ilk EP’lerinin de tarzını belirleyen slowcore türünde üretim yapıyorlarmış. 2020’de yayımlanan ilk albümleri As Lost Through Collision‘da bir dörtlüye dönüşüp çok daha sert sulara kırmışlar dümeni. Kent’in gizemli ve panik dolu spoken word şarkı sözleri; grup arkadaşlarının masaya kattığı yaylılar, elektronik efektler, pedallar, anksiyetik gitarlar ve ötesiyle evlilik gerçekleştirince yolculuk bizi en nihayetinde ikinci albümleri The Lamb as Effigy’e getirmiş.
The Lamb as Effigy‘i ilk dinleme tecrübemde albümün belki de en ‘sıradan’ işi olan, post-punk / no wave soslu açılış şarkısı “Man Proposes, God Disposes“ın sonlarına yaklaşırken içimde çok güzel hisler kol geziyordu, senenin albümüyle karşılaşmış olabilir miydim? Yarım saat sonra albümün ortalarına geldiğimde bu güzel hisler kaygılı bir huşuya, aklımdaki soru ise “Bu sahiden bir albüm mü?”ye dönüşmüştü. (Benzer yorumları albümü heyecanla paylaştığım bir arkadaşımdan daha aldım.) Sorunun cevabı ise hem evet hem hayır. Suları pek bulandırmak istemezseniz karşınızdaki şey elbette anıyla sanıyla bir albüm: Şarkılar içeriyor, yarım saati aşıyor, tek bir insan grubunun yaratıcı vizyonundan doğmuş… Öte yandan albüm kelimesini duyunca aklımda ilk olarak şarkılardan oluşan bir entertainment ürünü; en olmadı belki dinlemesi eğlenceli bir deneyim olmayan ancak kendi içinde az çok bütünlüğe sahip bir sesler toplaması canlanıyor. The Lamb as Effigy‘nin etkileyici bir sanat eseri olduğu ortada, ancak önceki tanımların ikisinin de kendisini tasvir ettiğini düşünmüyorum. Post-punk, post-hardcore, post-rock, drone, metal, noise gibi deryalar burada birbirini besleyip bütünlüklü bir kimliğe varmıyor, yeni beliren her sound bir öncekini tek lokmada yutuyor adeta. Kozmik bir kurtlar sofrasıyla karşı karşıyayız. Her adım tehlikeli ve öngörülemez, geçen her saniye saatli bir bomba gibi.
Veya bütün bu havalı lafları bir kenara bırakıp Youtuber müzik eleştirmeni Anthony Fantano’nun albüm inceleme videosunun yorumlar köşesindeki şu tespite bakabiliriz: “Bir grup insanı bodrum katında yemek ve su vermeden günlerce hapsedip ardından hislerini müziğe dökmelerini istesek bu albüm ortaya çıkardı.” Muhtemelen başlı başına yeterince açıklayıcı bir yorum.