Kapak Fotoğrafı: Katie Lovecraft
Chrystia Cabral, namıdiğer SPELLLING, rock sularına yelken açtığı ve bugüne kadarki en kişisel şarkı sözlerinden bazılarını içeren son albümü Portrait of my Heart‘ı geçtiğimiz aylarda yayınladı. Cabral ile 16 Haziran tarihli Berlin Lido konseri öncesi yüz yüze görüşüp sohbet ettik.
İlginç bir gözlemimi aktarayım: Senin gibi Boğa burcu olan bir sürü müzisyen var. Resmen müzik alanında on iki burç içinde liderliği elde etmiş gibiler. Sen de fark ettin mi bunu daha önce?
Chrystia Cabral: Vay, ilginç! Kehlani’nin Boğa olduğunu biliyorum. O da Bay Area’lı üstelik. Temsil ettiği her şeyi çok seviyorum. Adele’in Boğa olduğunu biliyorum, Stevie Wonder’la da aynı doğum gününü paylaşıyoruz.
Harika. Trent Reznor da Boğa bu arada.
Bunu bilmiyordum! Şimdi heyecanlandım işte. Şunu söyleyeyim, bir gün bir şekilde insanlar beni cancel’layacaksa sebep muhtemelen Boğa burcu üstünlüğüne olan inancım olacak. (gülüşmeler) Boğaları çok seviyorum. Bence gerçekten güvenilir ve iyi insanlarız. Öte yandan iş turnelere gelince, bu sektör için pek de ideal bir burç değiliz gibi gelmiştir hep bana. Şimdilerde o düşünceden çıktım biraz. Turne hayatında bana iyi gelen, ayaklarımı yere sağlam basmama yardımcı bir şeyler bulmayı başardım. Sanırım Boğalar olarak dünyayı daha duyusal bir şekilde algılamaya yatkınız. Bu durum da iyi sanat üretmeye, güzel şarkı söylemeye falan yansıyor olabilir. Öte yandan mesela Yay gibi çok güçlü kişiliklere sahip burçlar da var.
Bir yükselen Yay olarak teşekkür ederim.
Son zamanlarda bu konularda çok şey öğreniyorum. Müzik yapmaya başlamadan önce sahneye çıkan insanların hep korkusuz karakterler olduğunu sanırdım. Oysa şimdilerde şunu fark eder oldum: Kalpten sevdiğim, hayran olduğum sanatçıların çoğu aslında çok utangaç insanlar. Ya da bir çeşit sahne kaygısı ya da sosyal kaygı yaşıyorlar. Bu farkındalık beni çok rahatlattı. Demek ki yalnız değilmişim diyebildim. Gerçekten bu işi yapan insanların çoğu bu tür şeylerden mustarip.
Boğa burcuna dair o klasik “ağırkanlıdır, yavaş hareket eder” stereotiplerinin ötesinde Boğaların çok kararlı ve azimli insanlar olduklarını söyleyebilirim.
Günün sonunda hep bir şekilde başarıyoruz! (gülüyor) Yavaş yapmam gerekiyor bazı şeyleri. Bunu kabullendim artık. Eskiden milletin hızına yetişmeye çalışıyordum; ama bu şekilde gelişen çabalarım, sanatıma ve üretim tarzıma asla hizmet etmiyordu. Artık iyice anladım ki işlerimi böyle yapmalıyım. Yavaş da olsa kendi yöntemimle ilerlemeliyim. Kısacası evet, uzun sürüyor ama nihayetinde varacağım yere varıyorum.
Yeni albümün Portrait of My Heart’ı çok beğendim. Albümün yapım sürecini düşündüğünde, ortaya çıkarması en kolay ve en zor iki parça hangileriydi sence?
Sanırım en kolay ortaya çıkan şarkı “Mount Analogue”du. Sözlerini ortaya çıkarmak biraz zaman aldı ama şarkının akışı çok doğal gelişti. Müziğin anlatısı ya da nasıl ilerleyeceği yönünde hiçbir soru işareti oluşmadı kafamda. Sözler zaten genelde her şeyden sonra gelir bana, burada da öyle oldu. Şarkıyı biraz doğaçlamaya başlayınca kendiliğinden geliverdiler. Çok basitti.
En zorlayıcı şarkı ise “Waterfall” olabilir. Benim için anlamı çok büyüktü ama bir türlü yerine oturmuyordu. Uzun süre boyunca bildiğin içerdiği her şey yanlıştı. “Bu şarkı rock parçası olmamalı zaten!” diyordum içimden. Hızını değiştirdim, türünü değiştirdim, ritmiyle farklı şekillerde oynadım ama hiçbir hareketim içime sinmedi. Bu durum şarkının miksajını yaptığımız güne kadar sürdü. Resmen “Bu şarkıda bir şeyler eksik, yanlış bir şey var,” diyordum; sebebi de nakaratın olmamasıydı.
Nakarat son güne kadar ortada yoktu yani?
Aynen, ta son dakikaya kadar. Stüdyodan çıktım, arabayla dolaşırken şarkıyı tekrar tekrar dinlemeye başladım. O esnada vokal melodisinin yerinde kemanlar vardı, hem de bayağı yüksek bir volümde. Dedim ki, “Bunları çıkarayım, ben şarkı söyleyeyim.” Bunu yaptığım an sözler bir anda yerli yerine oturdu ve sonunda içim rahat etti. Ama uzun bir süreçti. (gülüyor)
Günün sonunda bir şekilde halloluyor.
Aynen öyle, günün sonunda bir şekilde halloluyor.
Şu sözü çok seviyorum: “Bitmiş sanat yoktur, terk edilmiş sanat vardır.”
Evet ya!
Tabii bu durum özelinde şarkıyı erken terk etmemen iyi olmuş. (gülüşmeler)
Evet. Mesele zaten şarkıyı doğru anda terk etmek.
Verdiğin demeçlerde yeni albümünün öncekilere kıyasla daha otobiyografik olduğunu söylemiştin. Önceki işlerinde genelde kendinin farklı karakterlerini yaratıyordun, tıpkı David Bowie’nin persona’ları gibi. Hiç eski bir şarkına ya da dönemine bakıp “Bu kim ya?!” dediğin oldu mu?
Eski şarkılarım için bunu hiç hissetmedim ama bu albümde… Evet, düşünüyorum bazen. Altı ay ya da bir yıl öncesine baktığımda bile “Bu kişi hâlâ ben miyim?” diye sorguluyorum. Her şarkı kişisel hayatımdaki çok net ve spesifik bir olayı temsil ediyor. O yüzden şimdiden bile “Drain” ya da “Love Ray Eyes” gibi şarkılara bakıp şaşırıyor, şaşırdığım şeye de gülüp geçiyorum; çünkü artık o kadar yoğun bir his vermiyorlar bana. Daha çok birer zaman kapsülü gibiler.
Anlıyorum. Bir röportajında albümle aynı ismi taşıyan şarkının aslında başta çok daha uzun bir versiyonunun olduğunu, yapımcı Rob Bisel’ın demodaki ilk kısmı silip şarkıyı daha “ana akım rock” bir formata getirdiğini söylemiştin. PoMH’taki parçaların demolarını bir gün paylaşmayı düşünür müsün?
Şarkının demo versiyonunu hâlâ çok seviyorum. Silinen kısımda geçen bir dizeyi de çok seviyordum. Rob “Bu kısım bana Motown şarkılarının düzenlemelerini hatırlatıyor,” demişti. Bazı fikirler vardı şarkıda, bir anda girip bir daha hiç geri dönmüyorlardı. Rob onlara bakıp “Benim pop müzik odaklı beynime gelmiyor böyle şeyler,” dedi. Ben de “İyi de şarkının en güzel kısmı bu!” dedim. (gülüyor) Sonra kendi yaptığı versiyonu dinleyince anladım neden öyle dediğini. Yine de müziğin daha ‘art rock’ formda olduğu hâllerini çok seviyorum. Genesis gibi… Veya soul müzikle harmanlanan o psychedelic dönem sound’larını düşün; hani bazen bir melodi girer ve bir daha asla geri gelmez. Böyle motiflerin varlığını çok seviyorum. Silinen synth melodisini de çok seviyordum, şimdi o demoların sevdiğim kısımlarını geri getiren remix’ler üzerinde çalışıyorum.
Hadi bakalım. Favori bir David Bowie albümün ya da dönemin var mı?
Bir düşüneyim… David Bowie’yi çok seviyorum ama hiç öyle albüm albüm dinlemedim kendisini. O yüzden öyle net bir favorim yok. Blackstar’ı gerçekten çok seviyorum ama. Hayatının sonlarına doğru yaptığı şarkılar bana birer kehanet gibi geliyor adeta. Sanki kendi ölümüne doğrudan bakıyormuş gibi…
Evet, fazlasıyla kişisel ve otobiyografik işlerdi.
Aynen. O dönemki işleri bana çok etkileyici geliyor. Biraz David Lynch’e de benziyor yaptığı şeyler. Sanki her ikisinin işleri de geleceği öngörüyor gibi. Bir de kariyerlerinin bu kadar geç dönemlerinde hâlâ bu kadar taze ve yenilikçi işler yapabiliyor olmaları… Böyle şeyler bana çok ilham veriyor. “Bu adam hâlâ nasıl bunu yapabiliyor?” diye düşündüğümü hatırlıyorum “Blackstar” şarkısını ilk duyduğumda. (gülüyor)
Hazır en sevdiğim iki Oğlak David’den bahsederken David Lynch’e de değinelim. En sevdiğin filmi hangisi?
Sanırım kafamda Mulholland Drive, artık Eraserhead’in önüne geçti. Eskiden favorim Eraserhead’di. San Francisco’daki Roxy Theatre’da David Lynch haftası yaptılar, tüm filmlerini oynattılar. Ben de Mulholland Drive’ı orada, üstelik iki kez izledim. O deneyim filmi bende birinci sıraya taşıdı. Filmde olup bitenlere dair teorilere bakmak da çok keyifli. Böyle çok dandik görünen ama içinde komplo teorileriyle dolu bir web sitesi vardı mesela; filmde çöp kutusunun arkasında görünen karakter kimdi, neyi temsil ediyordu gibi sorular soruyordu.
Ortada asla net bir cevap yok tabii.
Aynen. Lynch’in doppelganger temasını keşfetme biçimine bayılıyorum. Bowie de çok yapıyordu bunu bence. Bir röportajında şunu söylediğini okumuştum: “Sanat üretirken aslında kendinin sevmediğin bir versiyonunu yaratırsın. Üstesinden gelmek istediğin özelliklerini ona yüklersin, sonra onu öldürürsün. Süperstar da işte böyle olunur.” (gülüyor) Bir de Bowie’nin büyüyle, okült konularla ilgili olduğu söyleniyor ya… Tüm bunlar birleşince, kendi “öteki”ni yaratıp onu yok etme fikri bana çok ilginç geliyor. Doppelganger efsanelerinde de genelde insana huzursuzluk ve özgüvensizlik veren bir “öteki”nden, bir tür alter egodan bahsedilir. Ben bu fikir üzerine çok düşünüyorum. Mulholland Drive da tam olarak bununla ilgili bence. Hayatının bir gerçek versiyonu var, bir de rüya versiyonu… Film ilerledikçe ikisi birbirine karışıyor.
Cevabın beni bir sonraki soruma götürüyor aslında: Ne sıklıkla rüya görüyorsun ve sence son dönemde gördüğün en garip rüya neydi?
Aman Tanrım… Normalde turnelerde çok rüya görürüm ama bu aralar pek görmüyorum. Eskisi kadar sık olmuyor. Eskiden rüya günlüğü tutardım, o zamanlar hatırlamak çok daha kolay olurdu. Tekrarlayan rüyalarım var aslında; balinalar ya da deniz canlıları üzerine hepsi. Balinalar hep oluyordu, ama son zamanlarda odak daha çok “su bebekleri”ne kaymaya başladı. Ne anlama geliyor olabilir bilemedim, herhalde yaratıcılıkla ilgili bir şey. Suda bulduğum küçük yaratıklar var, oyuncak bebeklere benziyorlar ama oldukça korkutucular. Buruşuk bebek suratları var ama bir yandan çok yaşlı görünüyorlar. Sanki terk edilmiş gibiler. Ben de onları sudan çıkarmaya çalışıyorum, “Ne?! Bunları kim bırakmış burada?” diye panik yapıyorum. Sudan çıkarmaya, kurtarıp evlat edinmeye çalışıyorum. Taşıdığı anlam nedir bilemedim. (gülüşmeler) Belki senin bir teorin vardır.
Ben de bilemedim şimdi. (gülüyor) Üzerine düşünmem lazım.
Aynen mantar toplamak gibi bir his; ama sonra bir bakıyorsun, “Aaa bunlar canlıymış!” diyorsun. Su bebekler içeren bu rüyayı belki iki ya da üç kez gördüm.
Müthişmiş. Peki müzik ekipmanların arasında sence en ilginç ya da en garip olanı hangisi?
Şu anki koleksiyonum biraz zayıf aslında. Bir sürü şeyi elden çıkardım. Gerçi zayıf demeyelim de PoMH albümünü bitirdikten sonra -her albümden sonra böyle yaparım- elimdekileri azaltıp yeni şeylere yer açmak istedim diyelim. Bir sonraki albümün ses dünyasına zemin hazırlayacak şeylere sahip olmak istedim.
Eskiden sahip olduğun ekipmanları da sayabilirsin bu arada.
OB-6 synthesizer’ı çok seviyordum. “Alibi” ve daha çok pop-punk havasındaki parçalarda kullandım. Gerçekten güçlü bir synth’ti. Ne var ki sesi o kadar karakteristikti ki, koleksiyonumda tutmak için fazla baskın geldi, o yüzden sattım. Ama hâlâ çok seviyorum kendisini. Boy Harsher’ı çok sevdiğim için almıştım, Gus (Muller) şarkılarında hep onu kullanıyor. “Ben de alacağım bunu,” dedim. Genelde bu şekilde buluyorum ekipmanları. Mesela Blood Orange’ın bir videosunda arkadaşları evde takılırken 6-track drum machine kullanıyorlardı. Sesine bayıldım ve direkt sipariş ettim. Genelde müzik ekipmanları özelinde böyle alışveriş yapıyorum.
Madem Blood Orange dedin, biraz da Turnstile övelim. Kendilerini birkaç güne canlı izleyeceğim. Daha önce izlemiş miydin?
Harikaymış! Evet, birkaç konserlerinde açılışı ben yaptım. Geçenlerde Londra’daydık, onların konseri de bizimkinden bir gün sonraydı. Brendan’la yakın arkadaşız. Çok iyi biridir.
Diyelim ki bundan 100 yıl sonra müzisyenlerin anısını onore eden bir tema parkındayız. Her sanatçı veya grubun kendine ait bir anıt taşı var, üstünde de şarkı sözlerinden biri yazıyor. Senin anıt taşında hangi şarkı sözün yazsın isterdin?
“The body is the law.” (Beden kanundur.)
Vay.
Çok kolaydı.
Sanırım şimdiye dek bu soruya en hızlı cevap veren kişi sensin. (gülüşmeler)
Lafı gediğine koyan bir söz.
SPELLLING’in Bandcamp profiline şuradan göz atabilirsiniz.



