Bir Mayıs akşamıydı, hani tam böyle insanın sonraları buruk bir gülümseme ile hatırlayacağı hatalar yapmak, “Modern Love” dinleyerek Frances Ha gibi sokaklarda koşmak ve mucizelere inanmak isteyeceği bahar havalarından…
Caddebostan sahilinde yürüyüş yapmış, yanımızda getirdiğimiz piknik örtüsünü çimlere serip oturmuş, erik yemiştik. İstanbul’daki seyyar satıcıların eriğin yanında külahta tuz vermek gibi bir alışkanlığı olmadığından ve ben de eriği tuzsuz yemeyi hiç sevmediğimden benim için köşedeki marketten bir paket tuz alıp bana getirmişti. Neredeyse yarım saat kasa sırası beklemiş olmasına rağmen yüzünde veya tavırlarında en ufak bir bıkkınlık, bezginlik yoktu. Söz konusu ben olunca hiçbir şeye üşenmiyordu çünkü. Hiç bir insanın yaşam enerjisi, mutluluğu ve sevgisi karşısında kendinizi aciz hissettiniz mi? Bahar geldiğinden beri, ilk kez tişört ve ince mont giyerek dışarı çıkmaya başladığım günden beri tam olarak böyle hissediyordum. Acizdim ve eksiktim. Mutsuz değildim ama mutlu da değildim. Kesinlikle değildim buna eminim; de işte nedenini bilmiyordum.
Yanımda; her türlü şımarıklığımı, kaprisimi, suratsızlığımı munis bir ifadeyle yumuşatmaya çalışan ve huzursuz olmamam için ne gerekiyorsa yapmaya hazır olan sevgi dolu birisi vardı. Tanışalı ve birlikte vakit geçirmeye başlayalı çok uzun zaman olmamıştı ama maşallah yıllardır tanıyormuşuz gibi konuşmaya bayılıyordu. “Benim güzelim eriği tuzsuz yiyemez miymiş? Dert ettiğin şeye bak, alayım hemen!”, “Rahatsın değil mi? Uzan istersen kucağıma?”, “Ne oldu, biraz duruldun sanki? Yoruldun mu yoksa?”, “Acıktın mı, şurda güzel bir mantıcı varmış, gidelim mi? Seversin sen”, “Sinemaya gidelim istersen?”, “Ne yapayım senin için, söyle ne yapayım?”, “Sen gül yeter ki!” Gelmiş geçmiş en sinir bozucu kısır döngü, o rahat etmem ve mutlu olmam için uğraştıkça ben daha da huzursuz oluyordum. Bahanem yoktu, surat da asamıyordum. Kavga çıkarmak da istemiyordum. Öylece duruyordum, durdukça daha da huzursuz oluyordum. Acıktığımı söyledim. Foursquare’den mantıcının adresine baktı. Yakınmış buraya, yürüyelim mi? dedi, olur dedim. Çimlere yayılı öte beriyi sırt çantama tepiştirdim. Ver ben taşıyayım dedi. Yok, ben taşırım dedim. Hava kararmak üzereydi. Mantıcının dışarıdaki bir masasına oturduk, sipariş verdik. O bir, ben bir buçuk porsiyon. Öyle ahım şahım değildi mantısı ama fena da değildi. Nasıl beğendin mi diye sordu, güzelmiş dedim.
Hızlı yediğim için biraz ağır gelmişti derin bir nefes aldım. Saat akşam 9’a geliyordu. Mekanda bizden başka kimse yoktu, çalışanlar da büyük ihtimalle bir an evvel kalkmamızı istiyorlardı. Dükkanın sahibi olduğunu düşündüğüm adam dışardaki diğer sandalyeleri kaldırmaya başlamıştı bile. Kenarda duran ufak hoparlörden belli belirsiz bir müzik sesi yükseliyordu, şarkı bitmek üzereydi ne olduğunu anlayamadım. Tabağımdaki son iki kaşığı yesem mi bıraksam mı diye düşünerek etrafıma bakınırken bir anda bir şey oldu! Biten şarkının ardından başlayan o şarkının introsunu duymamla birlikte, gözlerim tamamen içgüdüsel bir refleksle, sanki yeterince dikkatli bakarsam bir şeyler görebilecekmişim gibi hoparlöre kilitlendi. Şarkılar karşısında ne kadar savunmasızız! İki sene öncesinin bir nisan akşamı, Kadıköy barlar sokağındayız. Resmi olarak ilk buluşmamız sayılır. Romantik komedilerde sıkça gördüğümüz tatlı bir tesadüf tanışmalarına benzer bir şekilde tanıştığımız için her şeyi ilahi bir işaret gibi görüyorum. Yani milyonlarca kişinin yaşadığı bu şehirde bana bahşedilmiş bir şans bu adeta, hem de bahar gelmek üzere. Yarabbim ne kadar da çok aşığım öyle, en çok ben aşığım. Henüz ikinci biranın başındayım ama insan mutluyken daha çabuk sarhoş olur derler. “Black Keys – Too afraid to love you” çalıyor oturduğumuz yerde. “Aaa bu şarkıyı çok severim bak” diyor. O öyle diyince farklı bi gözle dinliyorum bu kez. O bunu çok seviyor çünkü, kendinden bir şeyler buluyor belli ki… Şimdi nerededir, ne yapıyordur acaba? Bu şarkıyı seviyor mudur hala? Neyse, konumuz bu değil.
Ben öylece hoparlöre bakarken, şarkı ilk nakaratın ortalarında kesildi. Dükkanın sahibi fişi çekmişti, ortalığı topluyordu. Yanımıza geldi, “kasayı kapatıyoruz” dedi, hesabı uzattı. Afallamış bir haldeydim ama çabuk toparlandım. Çantama uzandım, tabi ki de ödememe izin vermedi. “Lütfen!” dedi. Bu da sinir olduğum bir başka huyuydu ama o an hiç bunun kavgasını verecek, ısrarcı olacak havamda değildim. Bir an evvel evime gitmek istiyordum.
Arabaya bindik. Konuşmuyordum, ama surat da asmıyordum. Dışarıdan bakınca “sadece yorgun” görünüyordum sanırım. “Çöktün bir anda ya, kıyamam! Çok mu yoruldu benim güzelim? Uyu istersen, trafik de vardır zaten.” Gerçekten yorgun olduğuma ikna olmuş olacak ki beni kendi halime bıraktı
Gözlerimi kapattım, uyumuyordum. Şarkıyı dinliyordum içimden. O nisan akşamı da, otobüsle eve gelene kadar loopa almış defalarca dinlemiştim. Şarkıyı dinleye dinleye, “Aşık olmaktan çok korkuyorum” diye diye daha çok aşık olmuştum. Evet, Şarkılar karşısında gerçekten çok savunmasızız. Öyle böyle değil! Çok tuhaf bir histi, hatırladım, taa içimde hissettim. Onu değil ama o zamanki kendimi, bana hissettiklerini özledim, ılık bahar rüzgarlarını, playlistlerimi…Çok özledim.
Mutlu değildim ama sebebini bilmiyordum demiştim ya, o an artık biliyordum sanırım. Sokaklarda “aşığım ulan” diye bağırarak koşmak istediğim zamanları düşündüm. Bugünü düşündüm. Eksik parçayı bulmuştum, yani bulamamıştım da neyin eksik olduğunu anlamıştım nihayet. Aciz hissediyordum ya, hissetmemeliymişim meğer. Aşık olmak zor sanıyordum, ama hiç de zor değilmiş aslında. Su gibi akıp gidiyormuş olduğunda, hatırladım. Bu kadar basitmiş her şey. Biliyordum artık, farkındaydım ve şimdi daha kolay olacaktı. Bu akşam hele bir geçsin de. Sonra konuşurum, anlatırım.
Eve geldim. Ilık bir duş aldım. Uyumadan önce öylece otururken bir an çok parlak bir fikirmiş gibi eski playlistlerimi kurcalayacak oldum. Neyse ki bazen aklı başında kararlar verebiliyorum. “Vurma artık yeter” dedim içimden “Tadında bırak!”… Yatağıma uzandım, gözlerimi kapadım. Şarkılar karşısında ne kadar da savunmasızdım, ama iyi ki de savunmasızdım. Sayfalarca okusam, saatlerce düşünsem, onlarca aşk filmi izlesem idrak edemeyeceğim şeyi o şarkının sadece 15 saniyelik introsu anlatmıştı bana, hatırlamıştım, anlamıştım. Her şey bu kadar basitti aslında!