Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı
İsminin Oum kısmı Mısırlı şarkıcı Ümmü Gülsüm’ün İngilizce isminden gelen Berlinli grup Oum Shatt’ın “Power to the Women of the Morning Shift” (2013) adlı 4 parçalık EP’si ilk dinlediğimde bana hazine bulduğumu hissettirdi. Keşfetmekte geç kalmıştım fakat neyse ki grup hâlâ aktifti ve kendi adını taşıyan yeni albümünü yayınlamak üzereydi.
Oum Shatt’a vurulup aynı albümü defalarca dinlememin ve birkaç arkadaşıma dinletip benzer tepkiler almamın ardından 70’lerin saykodelik Anadolu rock tınılarını barındıran bu surf-psych parçaların vurucu etkisinin sırrını araştırmaya başladım. Oum Shatt’ın sayfasındaki sevdiği müzisyenler kısmında Selda, Orhan Gencebay, Fikret Kızılok, Barış Manço, The Devil’s Anvil, Elias Rahbani gibi isimlere rastlayınca her şey açıklığa kavuştu. Bir de Jonas Poppe’nin (vokalist/gitarist) Berlin’deki kulüplerde senelerdir çaldığı dj setlerde (şuradan örnek bir set dinleyebilirsiniz) saykodelik Arap müzikleriyle Anadolu rock parçalarına yer verdiği ve bu konuda derin bilgiye sahip olduğunu öğrenince Oum Shatt’ın doğu batı sentezinde klişelerden nasıl olup da bu kadar rahatlıkla kaçınabildiğini anlamak kolaylaştı. Jonas’ın 60’lar-70’ler saykodelik Anadolu rock tarihine çoğumuzdan daha fazla hakim olduğu şüphesiz, hatta sayesinde ben de daha önce kimseden adını sanını duymadığım yeni bir grup öğrendim: Volkanlar Orkestrası.
Oum Shatt’ın kulağımızın son derece aşina olduğu müzikleriyle bir şekilde Türkiye’deki dinleyiciye ulaştıktan sonra burayı uğrak noktası haline getirmesi bana an meselesi gibi görünüyor. Burada konser vermeyi çok istiyorlar, organizatör ve mekanların bilgisine. Umarım dinleyici bir an önce kendilerini keşfeder de yakın bir gelecekte senede birkaç defa Oum Shatt izleyebiliriz.
Arap müziklerine olan ilgin ilk ne zaman başladı?
Orta Doğu ezgilerini hep sevmişimdir. Onlarda Orta Avrupa majör gamlarında bulamadığım bir derinlik ile gizemli bir melankoli mevcut. Avrupa ile Orta Doğu arasında unutulmuş bir köprüye benzeyen Yunan-Türk rebetiko müziklerini de severim. On sene önce bu tür müzikler keşfetmeye başladım ve bunlar beni hâlâ heyecanlandırıyor.
60’lar ile 70’lerin Türkçe Anadolu rock ve saykodelik müziklerine nasıl böyle derinlemesine merak sardın? En ilginç keşiflerinden birkaç tanesini paylaşır mısın?
Saykodelik Anadolu müzikleri şahsına münhasır bir tür. Bir açıdan bakıldığında dünyanın dört bir yanında olduğu gibi onlar da batı müziğinin bir nevi kopyası. Öte yandan Moğollar örneğinde olduğu gibi çoğu zaman son derece deneysel ve özgün bir biçimde geleneksel Türk müziği ile harmanlanmış. Elbette Erkin Koray, Barış Manço ve Selda’yı seviyorum. Ama çoğu pek bilinmeyen sevdiğim başka müzisyen ve gruplar da var: Murat Ses (Ağrı Dağı Efsanesi), Cahit Oben (Fikret Kızılok’un çevresinde gelişen diğer projeler), Kupa Dörtlüsü, Üç Hürel, Alpay, Apaşlar, Siluetler, ayrıca Volkanlar Orkestrası gibi bazı enstrümental surf grupları.
Yakın zamanda Türkiye’den yeni müzikler keşfettin mi, buradaki yeni oluşumları da takip ediyor musun?
Evet, ara sıra. Maalesef isimlerini hep unutuyorum. Rock’n Roll alzheimer…
Senelerdir Berlin’deki kulüplerde Arap ve Türk müziklerinden oluşan setler çalıyormuşsun. Dinleyicilerin verdiği en ilginç tepkilerden örnekler verebilir misin?
Bir defasında mekanda İsrailli kalabalık bir grup vardı, bütün gece boyunca Arap müzikleriyle dans ettiler. “Ee? Ne var bunda?” diyebilirsin ama tüm zamanların en iyi Amerikan-Arap yapımı albümlerinden birisi olan ‘The Devil’s Anvil, Hard rock from the Middle East’ 1967 senesinde Arap-İsrail savaşı sırasında yayınlandığı için kabul görmek ve takdir edilmek konularında büyük zorluk yaşadı. Hâlâ da vaziyet değişmiş gibi görünmüyor.
Erkin Koray’ın yanı sıra The Devil’s Anvil’den de etkilendiğini biliyorum. Erkin Koray’ın müziğindeki ağır The Devil’s Anvil etkisi hakkında ne düşünüyorsun? Bu konu Erkin Koray’ın müziğinin taklit içermesi ve özgünlüğü bakımından Türkiye’de birtakım tartışmalara sebep olmuş.
Gerçekten mi? Bunu hiç duymamıştım! Ama ‘Elektronik Türküler’ albümü kesinlikle muhteşem ve özgün bir çalışma.
Plak koleksiyonunu genişletirken hangi kaynaklardan faydalandın? Plak aramak için Türkiye’ye veya Orta Doğu ülkelerine gittin mi?
Eski grubum Kissogram ile konser için İstanbul’a gelmiştik. Eski, tozlu, çizik plaklardan satın alacak biraz boş vaktim oldu. Maalesef plakların çoğu aşırı derecede pahalı. Yine de plak dükkanlarının sahipleriyle çay kahve içtim, birkaç 45lik,eski kartpostallar, kül tablaları gibi şeyler aldım.
Yeni EP’de ‘Power to the Women of the Morning Shift’in Arapça versiyonu için Sarah Benabdallah ile birlikte çalışmışsınız. Parçanın vokallerini ona teslim etmeye nasıl karar verdiniz ve bu yalnızca bir defalık bir iş birliği mi olacak?
Hatırladığım kadarıyla tanışmamız Sarah’nın bana gönderdiği bir e-posta vasıtasıyla olmuştu. Cool bir kadın ama hiç yüz yüze tanışmadık. Elbette onunla tekrar çalışmak isterim. ‘Gold to Straw’un yeni bir versiyonu olabilir, sözleri biraz değiştirmek isterim ama.
Kayıtlar sırasında zaman zaman kendi gardrobunu vokal kabini olarak kullanmışsın. Müzik ile mekan arasındaki ilişkinin ortaya çıkan ürünü belirlemekte önemli bir etken olduğunu düşünüyor musun?
Bir bakıma evet, ama daha ziyade teknik anlamda. Genellikle gardrobun içinde takılmak gibi bir zevkim yok. Bunu sadece elde edeceğimiz sound için yaptım. Hem böylece sabahın dördünde komşuları rahatsız etmeden yüksek sesle şarkı söylemem de mümkün oldu.
Oum Shatt ismi Mısırlı şarkıcı Ümmü Gülsüm’e (İngilizce adı Oum Kalthoum) referansta bulunuyor. Zeki Müren, Orhan Gencebay, Müzeyyen Senar gibi Türkiye’den isimlerin yanı sıra Robert Plant, Bob Dylan gibi dünyadan pek çok müzisyenin de Ümmü Gülsüm’den büyük ölçüde etkilendiği biliniyor. Ümmü Gülsüm’ün müziğine ve Oum Shatt üzerindeki etkisine dair neler söylemek istersin?
Ümmü Gülsüm büyüleyici bir şarkıcıydı. Batıda sesini duyurabilen ilk isimlerden birisiydi. Ümmü Gülsüm’ün yanı sıra Bob Dylan’dan, Led Zeppelin’den ve Orhan Gencebay’dan da etkilenmiş olabilirim, kim bilir… Ne anlamda etkilendiğimi açıklamak kolay değil. Şarkı yazarken veya kayıtlar üzerinde çalışırken genellikle pek fazla müzik dinlemem. Dünyada kesinlikle çok fazla müzik var ve her müzisyen/grup dinleyicileri duygusal anlamda etkileme, albüm satın almalarını sağlama, suratlarına bağırma veya onların karşısına geçip mastürbasyon yapma derdinde. Önce bu döngüden çıkacak bir yol bulmalıyız, sonra da yeni bir yaklaşım. Bir yan yol.
Tur otobüsünde Omar Souleyman dinlediğinizi okudum. Kendisinin burada fanları var ve konser vermek için Türkiye’yi sık sık ziyaret ediyor. Omar Souleyman’ın müziğinde orijinal bulduğunuz şey nedir?
Gördüğümüz en orijinal adam olmayabilir ama yine de tur otobüsümüzün radyosu için yeterince çılgın olduğu kesin.
Afrika ritmlerini kullanarak disko sound’unu yeniden yaratan Arcade Fire gibi harika bir örnek var elimizde. Bu konuda bana katılır mısın bilmem ama sizin müziğinizde de benzer bir durum olduğunu düşünüyorum. Sence Oum Shatt’ın saykodelik Arap melodilerini barındıran disko sound’u da potansiyel anlamda Arcade Fire örneği kadar şanslı mı? Eğer değilse, sence dinleyicinin algısı bakımından arada ne tür farklılıklar var?
Farklı bölge ve geleneklere ait müzikleri kullanmak her zaman için dengeleyici bir eylemdir. Yeni bir şey yaratmak için istediği her materyalden faydalanmak sanatçının hakkıdır. Yine de sanatçı farklı kültürlere karşı hassas davranmalı ve klişelerden kaçınmalıdır. Ayrıca Batı müziğinin dominantlığı batının siyasi ve ekonomik anlamdaki dominantlığından kaynaklanıyor. Farklı bölgelerin müzikal mirasının muhafaza edilmesi ve İngiltere’deki bazı grupların yaptığı gibi bu mirasın üzerinde uğraşarak özgün ürünler yaratabilmek büyük önem taşıyor. Yine de Türkiye’de, hatta Nijerya’da da bizim ilgimizi hak eden pek çok müzisyen olduğunu düşünüyorum.
Doğulu ve batılı dinleyicilerin müziğinize verdiği tepkide bariz bir fark göze çarpıyor mu? Bugüne kadar hiç Orta Doğu ülkelerine turneye gitme fırsatı bulabildiniz mi?
İnsanların farklı tepkileri oluyor. Almanya’da bol bol olumlu eleştiri aldık ama yazarların çoğu bizi tuhaf veya mistik olarak tanımlıyor; ben de bunu bir iltifat olarak kabul ediyorum. Fransızların kulağı kesinlikle bu tür müziğe daha aşina. Yine de itiraf etmeliyim ki Elvis, The Velvet Underground ve Beastie Boys ile büyümüş gariban beyaz çocuklarız. Hâlâ keşif sürecindeyiz ve bu süreci ciddiye alıyoruz.
Şimdiye kadar Türkiye’de hiç konser vermemiş olmanız çok üzücü. Yakın gelecekte burada bir konser planı var mı?
Elbette Türkiye’de konser vermeyi çok isteriz. Bir şeyler ayarlamaya çalışıyoruz. İlgilenebilecek bir organizatör bulmak işimizi kolaylaştırabilir. Söylediğim gibi, eski grubum Kissogram ile Beyoğlu’nda konser vermeye geldiğimizde çok eğlenmiştim.