“Devrelerim yandı / Biliyorum benim yüzümden / Paylaştığım, sevdiğim ne varsa / Onlar tüm malım mülküm”. Muse‘un kariyerini tasvir etmek için ne kadar harika dörtlük. Başlardaki sesini Radiohead, Jeff Buckley gibi ilhamları kendi süzgecinden geçirerek yaratmış bir ekipti Muse. Teybi 10 yıl sonrasına sardığımızda hem tarz, hem popülerlik bazında birçok insanın gözünde “21. yüzyılın Queen’i” olmuşlardı. Bir 10 yıl daha sonra, günümüzde ise dünyanın önde gelen sahne grupları arasında yer aldıkları söylenmekte. Peki, kağıt üstünde yeterli görünen bu başarı hikayesi niye biz eski toprak hayranları tatmin etmiyor? Çünkü sahnenin ötesinde, bir de işin müzik boyutu var. Başta bahsettiğimiz ses -Muse’un sound’u- ilk 4 albümde istikrarlı ve orijinal bir yapıya sahipti. Sonraki işlerde kafa karışıklıkları kademe kademe sesini yükseltti, istikrar kavramı hak getirir oldu. Orijinallik desek o da damlaya damlaya kurudu, kimi şarkılar eski Muse’a geçilmiş yeniden basımlar, kimileri ise sanki başka gruplardan seçme şarkıların cover’larıydı. Kısacası Muse, stadyumlara oynamayı kendini geliştirmeye tercih etti.
Yeni albüm Simulation Theory, önceki kardeşi Drones‘un devam filmiymiş. İnanalım mı? İkisi de komplo teorileri üstünden beylik kelamlar eden şarkı sözlerine sahip, ki Matthew Bellamy için hiç de yeni ve farklı bir şey değil bu. İki albümün müzikleri ise bambaşka çağlara ait. Aşağılamak için demiyoruz, Simulation Theory Stranger Things göndermeli kapak tasarımından içerdiği synth’li ve atarili pasajlara kadar bir 80’ler bilimkurgu filmi olarak tasarlanmış zira. Bir stil kaygısı var demek, belki bu defa olmuştur diye umut ediyor insan. Kısmen iyi bir haberimiz var: Sahiden de uzun süredir karşılaştığımız en istikrarlı Muse albümü bu. Ancak hala tatmin edicilikten çok uzak. “The Dark Side” ile “Get Up And Fight”‘ı, “Algoryhthm” ile “Thought Contagion”‘u art arda dinleyin, Bellamy’nin karakteristik vokali olmasa aynı grubu dinlediğinizden bile şüphe edersiniz. Dom Howard gibi yetenekli bir davulcu adeta harcanmış, şarkıların yarısından fazlasında varlığı hissedilmiyor. En azından Chris Wolstenholme iyi vakit geçiriyor gibi. Bellamy’ye diyecek sözümüz yok, Tanrı vergisi vokalini ucuz fantazi dünyalarında harcamaktan hala sıkılmadığı belli.
Albümün güzel anlarına değinip tatlı konuşalım: İlk üç şarkının baştan sona gideri var, ilgimizi canlı tutuyor. “Pressure”‘dan sonra kayış kopsa da ufak detaylardan keyif almayı başarıyoruz: “Blockades” klasik Muse şarkısı “Knights of Cydonia”‘nın damarını yakalamış, nostalji damarımıza basarak sahiden güzel işler yapıyor. Bir yandan “Bir zamanlar böyle bir Muse vardı” diye düşündürmesi ne kadar olumlu bir şey, tartışılır. “The Void” ise Muse’dan bekleyeceğimiz şekilde kendini ciddiye aldırabilen bir kapanış şarkısı. Geriye ise “peki ya”‘lar, “keşke”‘ler, “aman”‘lar kalıyor. İlla kaliteli bir şeyler arayan varsa, şimdilik albümün şarkılarına çekilmiş videolarla yetinmek durumunda. Bu üçlüden elbette müziklerini taleplerimizce şekillendirmesini beklemiyoruz, sadece kendi fantazilerine fazla kapılmamalarını tavsiye ediyoruz. Yetenek hep orada, canlı tutmak için arada bir kaşımak lazım.