Burası geçmişin travmatik miraslarının, kör karanlıkların, somut soyut tüm ölümlerin orta yerinde fırfırlı rengarenk kalplerle dans edilen yeri dünyanın. Tüm acıların şenlikler kadar hoşgörüyle karşılandığı, havasında dünyanın en eski masallarının solunduğu ve her nefeste yeryüzüne hüznün estetiği üflenen baş döndürücü bir cümbüş. Burası Mezopotamya.
Mezopotamya’da aklımızın başımızdan uçuşunun on dördüncü günüydü. Mardin’e 30 km uzaklıktaki Dara Antik Kentini keşif günü. Rotamıza aldığımızda, Dara’nın tüm Mezopotamya yolculuğumuzun en büyük sürprizi, yeni tuhaf projelerimizin müjde böceği olacağından haberimiz yoktu.
Dara, Geç Roma Döneminde Sasani saldırılarına karşı bir garnizon kenti olarak kurulmuş. 12mt. yükseklikte, 4km uzunlukta sur duvarları, savunma hendekleri, birbirinden acayip taktiklerin uygulandığı savaş hikayeleri hep onun mirasları.
Sürekli sur içinde kapalı yaşamak zorunda olan şehrin hep su sorunu olduğu için (her an bir saldırıya maruz kalma korkusuyla kapalı bir alanda geçen yaşamın yarattığı ruhsal sorunlarını ise düşünmek bile istemiyorum) geliştirilmiş Roma Dönemi mühendislik harikası su sistemlerinden biri bugün bir köy evinin altında kalmış olan dev yeraltı su sarnıcı (köy halkının tabiriyle zindan) Dik merdivenlerden kapkaranlık dehlizin içine doğru inmek, aşağı ulaştığımda korkacak bir şey olmadığını görmek kendimize yaptığımız korkuyla karışık merak dolu yolculukları ve ulaşmayı umduğumuz irili ufaklı zaferleri çağrıştırdı. (Bu terapik cümleleri, tüm iletişim kanallarında ehli olan olmayan herkes tarafından kopyala yapıştır taktiğiyle paylaşıldığından artık yozlaşmış gibi dursa da deneyimleyince işe yarar bulduğum için paylaştım. Sineye çekiniz)
Köy içinde yapacağınız bir yürüyüş ile, köyün karakteristik kayalara oyma mağara ev, mezarlıklar, otantik kireçtaşı evlerinden oluşan yapısı ve günlük yaşantısı ile iç içe geçmiş antik kent kalıntılarının yarattığı tuhaf, gizemli ortamı içinde kendinize kim bilir ne galaksiler yaratır, ne kitaplar yazar, ne filmler çekersiniz.
Gelelim hayatımızda gördüğümüz en fantastik, en estetik nekropole (antik kent mezarlığı) Dara Nekropolü önce taş ocağı olarak kullanılmış olan büyük kayalık bir arazi. Taş kesmek için açılmış, daha sonra mezar odaları olmuş bu dev oyuklarla ilk bakışta ürkütücü ama merak uyandıran bir mezarlar vadisi. İçinde dolaştıkça, ölümden dehşete kapılmak yerine ona yaklaşabileceğinizi, sorular sorabileceğinizi hissettiren bir oyun parkı. Ve bizce sadece nekropolün değil, tüm antik kentin asıl alametifarikası büyük katakomp (yeraltı toplu mezarı) Hikaye şöyle: Dara’da 573 yılında Sasani ve Roma orduları arasında büyük bir savaş yaşanır.
Savaştan yaklaşık 10 yıl sonra sürgünden dönen Romalı askerler savaşta ölen 3000 askerin kemiklerini savaş meydanından tek tek toplayıp, hepsini birlikte, hazırladıkları bu mezara gömerler. Ve buranın yerli halkı olan Aramilerin Eski Ahitte bahsedilen, Ezekiel Peygamber tarafından nefes üflemesiyle gerçekleşen ‘yeniden diriliş’ inancı gereği ayinler düzenlerler. Bu sayede mezar hiç bozulmadan 1400 yıldır korunabilmiş ve bu haliyle dünyada eşsiz kabul ediliyor. Katakompun girişinde bu mucizenin anlatıldığı kabartma ve içeride 3000 askerin kemikleri hala orijinal haliyle görülebiliyor.
Buraya kadar yeterince heyecan verici olan mevzunun batıdan gelmiş biz şehir çocukları için daha da heyecan verici kısmı ise şu: Binlerce yıldır bu coğrafyada yaşayan, kadim Arami halkının devamı olduğu düşünülen Süryaniler, kutsal addettikleri Cumartesi günleri kiliselerinde hala Eski Ahit’ten ‘yeniden diriliş’ ile ilgili bölümleri okuyarak bu ritüeli yaşatmaya devam ediyorlar. Yani ölümle, ölüleriyle, onların anılarıyla buluşuyorlar. Bu onları bazen gülümsetiyor bazen hüzünlendiriyor. Ama her andıklarında ölümsüzleştirdikleri binlerce yıllık masalları gibi, sevdiklerini de zihinlerinde ölümsüzleştiriyorlar. Yani ölümle buluşurken aslında hayatla da buluşuyorlar.
Bütün bu şahit olduklarım karşısında suya düşmüş yavru kedi gibi aciz hissettim. Yüzlerce yılın genetik mirası olan bu bilişsel seviyeyle, yarattıkları kültürle, daha yazı yokken dilden dile dolaşmış masallarla hayatın ve ölümün sırrına ermiş bu insanların karşısında kalın kalın kitaplar bir bir inceldi gözümde, bilimler bir bir ceketlerini ilikledi. Sonra ölüm evcilleşti, sayfalarını şefkatle açtı, usulca bakıp çıkayım diye. Karanlıktan korkmayayım, onu anlayabileyim diye…
Burası insanoğlunun yaşayan bir hafızası. Burası bize karanlık toplumsal hafıza üzerine çalışma ilhamı lütfeden peri. Ama galiba daha önemlisi, ölümden hiç olmadığı kadar izole yaşayan seküler modern çağ insanına onu anlamlandırmak için bir fırsat. Burası çok kıymetli.