Hazırlayan: Gökay Sarı
‘Soul’ müziğin babası, Funk’ı icat etti, arkadaşlarıyla öncülük etti ve ‘rap’ müziğin de temellerini attı. Tüm bunları zamanın şart koştuğu kuralları reddederek gerçekleştirdi. “Dünyanın en kötü adamı”nın özel hayatına dair…
Amerika’nın Georgia eyaletinde, Augusta’da 2005 yılının ortalarında, Broad Sokağı’nın ortasına Soul müziğinin babası James Brown’ın bronzdan yapılmış bir heykeli dikildi. Rolling Stones dergisinde çalışan Jonathan Lethem, James Brown ile görüşmek ve Augusta Studio’daki yeni albümünün kayıtlarındaki gelişmeleri gözlemlemek için gerçekleştirdiği bir ziyaret sırasında gidip şu heykele bir bakmış. O’na göre Brown’ın heykeli pek çok açıdan garipti. Birincisi, heykel herhangi bir kaidenin, yükseltinin üzerinde durmuyor, ayaklarının üzerinde yerde dikiliyordu. Lethem’e, bunun James Brown’ın istediği söylendi. Yükseklikten falan uzak, James Brown’ın “halkın adamı” imajını yansıtması adına böyle işlenmişti heykel. Sonuç olarak, diğer pek çok tarihi figürün heykeline kıyasla, bu heykel pek de “heykel” gibi görünmüyordu, sizinle aynı boydaydı. Bir diğer gariplik ise, heykelin keskin bir şekilde gülümsüyor, hatta sırıtıyor olmasıydı. Brown’ın grubundaki üyeler, bir süre önce heykelin yapımında kullanılması için gerçekleştirilen bir fotoğraf çekiminde, heykeltraşın isteğinin James Brown’ın “gülümsememesi” olduğunu belirttiler. “Bir heykel gülmemeli.” dediler Brown’a, ancak James Brown “gülümsememek” dışında her şeyi yaptı. “Başarısını” yansıtan gülümsemesini suratından eksik etmiyordu. Velhasıl heykelin de yüzünde kocaman bir gülümseme yer alıyor. Bunların dışında heykel son derece hayranlık uyandırıcı; ustaca işlenmiş bronz hatlar ve en az gerçeği kadar karmaşık saçları, elinde tuttuğu “vintage” bir mikrofon. Birazdan birileriyle dans etmeye başlayacakmış gibi, hazır ve nazır.
Elbette ki, tıpkı posta pullarında da olduğu gibi, insanların heykelleri bir şekilde fazlasıyla ‘kaygısız’ görünüyor. Ancak, dünyadaki çok az heykel, bu kadar ‘sembolik’ bir konum elde edebilmiştir. Konumun özelliğine gelecek olursak;
Kavşakta yer alan heykelin arkasında, 1993 yılında ismi “James Brown Bulvarı” olarak değiştirilen, “Broad Sokağı”nı bir mil kadar keserek, James Brown’ın teyzesi ile birlikte altı yaşından itibaren büyüdüğü “Twiggs Sokağı”na kadar, mahallenin derinliklerine inen geniş bir cadde bulunuyor. Twiggs Sokağı’nı ve orada bulunan evlerini James Brown, “İçki, kumar ve fahişeliğin zindanı” olarak tanımlıyor. Twiggs’in çevresindeki mahalle, bugün bile yoksulluktan bitap düşmüş durumda, tabiri caizse bir “getto”. James Brown’ın şarkılarında da bahsi geçen yoksulluğun şok edici derinlikleri hala bozulmamış, tıpkı onlar da bir heykel gibi zamanla donmuş durumda.
James Brown’ın heykeli, yassı bronz ayaklarının üzerinde Twiggs’ten Broad’a doğru yürüyormuş gibi görünüyor. Yüzünde ‘çarpıcı gülümsemesi’ ile Broad’ın ardında yaşamakta olan “beyefendi ve nazik” insanlara doğru. Brown, gençliğinde, yetiştiği çevrenin de etkisiyle yasalarla pek iyi anlaşamıyordu elbette ki. Broad’ın ötesindeki insanlar için o küçük bir serseri, ayakkabı boyacısı, belki de genç bir kadın satıcısıydı. Polis de tıpkı böyle düşünüyordu. Şu an heykelinin ‘yürüyormuş’ gibi sırıttığı bu cadde boyunca defalarca polis ile arasında kovalamaca yaşanmıştı. Onu pek çok defa Broad’dan Twiggs’e doğru sürmüşlerdi. James Brown, anlattığı bazı hikayelerde de, bu caddede oluşan su oluklarına atlayıp nefesini tutarak polislerden gizlendiğinden bahsediyordu. Kovalamaca bir gün Brown’ın zaferi ile sonuçlanmadı. Sonunda polisler, sekiz ila on altı yaş aralığındaki ve pek çok genci hapse gönderdi. Brown’ın dosyasında dört defa izinsiz giriş ve soygun suçuna karıştığı belirtiliyordu. Arkadaşlarının ve gelecekteki grup arkadaşı Bobby Byrd’ın ailesinin desteğiyle erken bir serbestliğe erişen Brown’ın tahliyesindeki şartlardan bir tanesi de “Asla tekrar Augusta’ya dönmemesi.” idi. Bugünlerde başarısını yansıtan ve uçarı bir şekilde ‘sırıtan’ bronz heykelinin dikildiği, herkesin saygı ve sevgi, hayranlık ile ziyaret ettiği ve isminin verildiği bulvara dönmesi yasaklanmıştı… James Brown’ın bronz heykeli, müzik ile elde edilmiş bir zaferi sembolize ediyor. Sürgün edildiğin, görülmek dahi istenmediğin bir yere heykelinin dikilmesi… Ancak James Brown, asla sadece bir heykel değil.
Onu ve arkadaşlarını sahnede izlemiş olan şanslı kişiler bilirler ki, James Brown’ın şovu James Brown olmadan başlar. O’nun izleyicisi ile randevusu sıradan veya basit bir şey değildir. Sahne açılışı gerçekleştiğinde ve bekleyiş sona erdiğinde, öncelikle James Brown’ın grubu ile karşılaşırsınız. Şovu başlatan gruptur, grup sizin James Brown ile aranızdaki mesafe için pazarlık etmek adına oradadır. Sahnedeki kırmızı smokinli adamlar, ellerindeki enstrümanlar ile müzikal bir fırtına başlatırlar. Jestleri ve mimikleri son derece samimidir, çalgılar üzerindeki hakimiyetlerinden ve virtüözlüklerinden kendileri bile şaşkına dönmüş ve hayran kalmış görünürler. Bu müzikal fırtına zihninizi ve bedeninizi sonsuza dek sarsacakmış gibi sürer. Hiç bitmesin istersiniz, ancak yorulma korkusu kapsar içinizi. Daha her şeyin başındayken, “Acaba James Brown’a hazır mıyım?” diye sorgularken bulursunuz kendinizi, bedeniniz zihninizin hükmünü reddetmiş, müzikal fırtınanın rüzgarına kapılmış bir şekilde dans etmektedir. Bilirsiniz ki şu an yaşadığınız deneyim, sadece bir iştah açıcı, sıradan bir aperatif…
Grubun temposu biraz azalır, vücudunuz fırtınanın etkisinden birkaç dakikalığına kurtulur gibi olur, ancak bu sessizlik, gerçek fırtınadan önceki sessizliktir. Düşük bir tempo ile sahnede müzikal bir şov devam etmektedir. herkes bir şeyi bekliyor gibi görünmektedir. O şeyin adı; James Brown… Tekrar sorgularsınız hazır olup olmadığınızı, ancak her şey için çok geçtir. Bu defa zihniniz, bedeninizin hükmünü reddeder ve kendinizi çığlık çığlığa “James Brown! James Brown!” diye haykırırken bulursunuz. Hiçbir şeyin farkında olmadan, şova hazır olduğunuzu itiraf etmişsinizdir bile.
Brown sahneye çıkar, dans etmeye ve şarkı söylemeye başlar. Kapıldığınız bu büyü, hatırlayacağınız yegane şey olacaktır. James Brown’ın şarkı söyleyip dans etmesi, elleri ile yaptığı işaretlerle orkestrasını yönetmesi, sizin de dahil olduğunuz kalabalığın kendinden geçmesi. Asla kendinize gelemezsiniz, bir anda Brown’ın parçalanan çığlıklarını, zafer ve pişmanlıklarını yansıtan terli yüzünü, şehvetli inlemeleri artık rüzgarlı bir fırtına olmaktan çıkmış, devasa bir kasırgaya dönüştürmüştür yaşadığınız deneyimi. İşte bunlara sebep olan adamın heykeli, sürgün edildiği şehrin, doğup büyüdüğü mahallenin tam merkezine dikilmiştir. Ancak James Brown bir fikir, bir hareket, bir problem, müzikal bir tür, bir konsept, bir metot ve her şeydir, asla ve asla sadece bir heykel değildir.
(Bu içerik, Jonathan Lethem’in yazdığı ve Rolling Stones Dergisi’nin ‘29 Haziran 2006’ sayısında yayınlanan “Being James Brown” adlı makalenin orijinal dilinden çevrilip, esinlenerek tekrar düzenlenmiştir.)