Hazırlayan: Mustafa Şardan
Sürekli bir gelişim ve değişim içinde, çıkardığı hiçbir albüm belli bir seviyenin altına inmemiş bir grup denildiği zaman Blur kuşkusuz akla gelen ilk isimlerden. Son albümü The Magic Whip ile geçen senenin en güzel albümlerinden birine imza atan grup ara verdiği uzun yılları yok sayan bir müzikle geri dönmüştü. Brit-pop tanımını yapan gruplardan olmasının yanında, bu kalıba her albüm başka bir şekil verme içgüdüsüyle hareket ederek dinamizmini belli bir çıtanın üstünde tutmuş grubun Türk dinleyiciler arasında Blör mü, Blur mu yoksa aksan kasarak Blöü mü diye telafuz edilmesi gerektiği hala tartışma konusu. Kullanacağım kesme işaretlerinden benim ne şekilde telafuz ettiğim de ortaya çıkacaktır sanırım.
Blur yaratıcılık, enerji, neşe bazen de naifliğin bir araya gelip toplandığı bir alan. Bu yaratıcılığın altını kazıdığımız zaman birçok ipucu ortaya çıkmakta. Grubun tüm üyelerinin multi-enstrümantalist olmasının yanında birçok farklı özellikleri dikkat çekmekte. Gitarist Graham Coxon, aynı zamanda güzel sanatlar okumuş bir ressamdır. [1] Basçı Alex James, Fransız Dil ve Edebiyatı eğitimi almıştır ve peynir yapımcısıdır ve uzun süredir gazetelere gıda ile ilgili köşe yazıları yazmaktadır. Davulcu Dave Rowntree, bilgisiyar programcısı ve ayrıca politik aktivisitdir. Damon Albarn ise gençlik yıllarında tiyatro ile uğraşmıştır. Dolayısıyla bu kadar sofistike bir altyapıya sahip grubun müziğinin yaratıcılık saçması kaçınılmaz olmuştur. Aynı zamanda teknik kabiliyetleri konusunda da takdir edilesidirler. Resmi nerede gördüğümü hatırlamıyorum fakat bir konserde Blur coverlayan Foals’ın basçısının kan revan içindeki parmakları gözden kaçmamıştır. Basçı parçayı çalarken Alex James’e karşı nefreti ve hayranlığı bir arada yaşamış olsa gerek. Graham Coxon’ın yazdığı gitarların muazzamlığı ise ayrı bir başlığın konusu bana kalırsa.
Blur’un diskografisindeki zenginlik, diğerlerinden çok üstün gelmiş bir albüm barındırmayışından anlaşılabilir. Favorim olan Modern Life is Rubbish’in yanında Parklife ve 13 gibi birçok kült albüme imza atmış grubun en güzel veya en iyi albümü tartışması yapılırsa her kafadan bir ses çıkacaktır. Öte yandan, grubun vokalisti Damon Albarn, 2007’de Leisure ve The Great Escape albümlerini beğenmediğine dair açıklamalar yapmıştır. Tabii ki dinleyicileri için bu tarz yorumlarda bulunmak imkansıza yakındır. Fakat grubun ilk albümü Leisure’ın dinleyicileri arasında da en az sevilen albümü olması onu haksızlığa uğramış bir varlık olarak sahiplenmeme ve bir tür üvey evlat muamelesi görmüş oluşuyla ona karşı merhamet beslememe sebep olmaktadır. O zaman biraz Leisure ve öncesinden bahsedeyim:
Blur’ün var oluşunun temeli 28 yıl öncesi Londra’ya, tiyatro ile uğraşan Damon Albarn ve güzel sanatlar öğrencisi Graham Coxon’ın kaderin bir cilvesi olarak aynı üniversitenin korosunda yer almasına dayanıyor. Goldsmith College’da okuyan bu iki arkadaş devamında aynı okuldan Alex James ve Albarn’ın arkadaşı Dave Rowntree’nin katılımıyla grubun öyküsünü başlatıyor. Seymour ismiyle konserler veren grup sonrasında ismini Blur olarak değiştiriyor.
80’ler sonu – 90’lar başı grubun kurulduğu dönemde ülkede Madchester müzik akımı ortalığı ateşe vermekte. Manchester’dan çıkma grupların yaptığı bir tür olan bu müzik kendi ilinin dışına çıkıp adanın diğer şehirlerinde de şiddetli fırtınalara sebep olmakta. Alternatif, saykedelik ve dans müziğin karışımı olan bu akım The Stone Roses, Happy Mondays, Inspiral Carpets, The Charlatans gibi gruplarla o dönem İngiltere’nin merceği altında. Özellikle The Stone Roses 89’daki aynı ismini taşıyan debut’su ile 60’larda Beatles’a benzer devasa bir patlamayla bu türün tanınmasında en büyük pay sahibi gruplarından oluyor. Ben 89’da İngiltere’de yaşayan bir müziksever olsam sanırım The Stone Roses için Beatles’dan beri gelen en büyük İngiliz grubu derdim (Bu patlamanın büyüklüğü ve devamında The Stone Roses’ın inişe geçen kariyeri de başka bir yazının konusu tabi). The Stone Roses ayrıca Brit-pop’un tohumlarını eken grup olarak görülür. Öyle ki grubun solisti Ian Brown, Oasis’ten Liam Gallagher’ın idolüdür. [2] Eğer The Stone Roses düşüşe geçmeseydi, dağılmasaydı ve aynı büyüklükte albümler yapsaydı – tıpkı Beatles’ın 60’larda diğer gruplara çok yer açmayışı gibi – Brit-pop gruplarına da popülerleşme alanı bırakmamış ve dolayısıyla Brit-Pop’un ortaya çıkamamış olacağından bahsedilir. Aynı şekilde Madchester akımı olmasaydı da Brit-pop’un ortaya çıkmayacağı da söylenir.
Bu dönemde bir taraftan shoegaze denilen My Bloody Valentine, Ride, Slowdive gibi gruplarla tanınan yeni bir akım da patlak vermekte. Shoegaze tanımı İngiliz basını tarafından yapılıyor. Bunun sebebi de grupların sahnede başları eğik şekilde sürekli ayakkabalarına doğru bakmalarından kaynaklanıyor. Kötü bir çeviriyle “shoegazers” bir nevi “ayakkabı bakıcıları” demek oluyor. Bunun sebebi de grupların sahnede bulanık ve gürültülü efektler vermeye yarayan çok sayıda çeşitli pedallar kullanmaları.
Madchester ve shoegaze akımlarının revaçta olduğu işte böyle bir ortamda Blur de ister istemez o toz bulutunun içinde yaşıyor. Tüm bunların yanında Damon Albarn’ın The Who, The Kinks gibi grupların yaptığı 60’lar İngiliz mod müziğine duyduğu ilgi ve sevgi de yemeğin tuzu biberi oluyor. Hatta Graham Coxon ile Damon Albarn’ın ilk tanışması Albarn’ın benim deri ayakkabılarım daha güzel diye Coxon’ın ayakkabılarına laf atmasıyla başlamış. İkisinin de ayakkabası mod modasına ait. Albarn ile Coxon’ın ortaokul-lise çağları İngiltere’de mod-revival denilen mod’un hem moda hem de Jam gibi gruplarla müzik anlamında popüler olduğu döneme denk geldiği için grup mod’dan da oldukça etkilenmiştir.
Madchester-shoegaze-mod-alternatif dörtgeninde Leisure albümü 91’de İngiltere listelerine 7 numaradan giriş yapıyor. Öncesinde çıkardığı listelere 48. giren She’s So High ve 8. Sıradan bir hit olan There’s no Other Way single’ları da albümün başarısının habericisi oluyor. Grubun müziği madchester sound’unun bir örneği olarak görülüyor. NME Blur için “Manchester patladığından beri türeyen yığınla grup içinde kabul edilebilir tatlı bir yüze sahip grup” tanımlaması yapıyor.
Şarkılar üzerinden gitmek gerekirse; Slow Down parçasında My Bloody Valentine’ın 88’de çıkardığı You Made Me Realize EP’sindeki Slow ve Drive it All Over Me gibi parçalardan etkilenimlerin çok bariz olduğu söylenebilir. Benzer şekilde Birthday parçasında shoegaze’i tek solukta içimize çekeriz. Albüm boyunca Albarn’ın vokali shoegaze grupları gibi oldukça soluklu ve derin hissiyatlıdır zaten ve madchester soundunun bir parçası olan saykedelik atmosferle birleşerek gruba bir nevi kendi karakterini verir. She’s so High, There’s no Other Way ve Bang gibi buram buram Madchester kokan parçalar da mevcuttur. Albümün genelinde ise mod havasının naifliğinin hakim olduğu söylenebilir. Repetiton, Sing ve Come Together gibi madchester-shoegaze kırması parçalar da bulunur.
Bu albümden sonra plak şirketleri gruba madchester tarzında devam etmesini tavsiye etmiştir fakat hepimizin bildiği gibi onların çok başka planları vardır. Daha sonraki albümlerde Leisure’da duyulduğu gibi belli türlerle etkileşimler yakalamak oldukça zor olacak. Bir nevi Blur’ün beslendiği çeşitlilik içinde herhangi bir domine edici tür duyulamayacak ve Blur’ü Blur yapan ama adı koyulamayan müziğin örnekleri olacak.