Hazırlayan: Yankı Yıldırım
“Hayatı seçin. İş bulun. İşinizde ilerleyin. Aile kurun. Büyük ekran bir televizyon alın. Çamaşır makinesi, araba, cd player, elektrikli konserve açacağı alın. Sağlığınıza dikkat edin. Kollesterolünüzü düşük tutun ve kendinize diş sigortası yaptırın. İpotekle ev alın. İyi bir ev için çalışın. Arkadaşlarınızı seçin. Hobileriniz için ayrı giysiler ve uyumlu çanta kullanın. Doğru dürüst bir çatısı olan, üç odalı pahalı bir daire kiralayın. D.I.Y’e gidin ve Pazar sabahı orada ne işiniz olduğunu düşünün. Kanepenizde oturun, televizyonun beyninizi yıkamasına izin verin, ruhunuzu o salak yarışmalara satın ve bir şeyler tıkının. Tüm bunları yaptıktan sonra intihar edin. Sırf neslinizi devam ettirebilmek için… Ürettiğiniz o sersem bebelerin ortalığa işemesini izleyin. Geleceğinizi seçin. Hayatı seçin. Ama neden böyle bir şey yapayım ki? Ben hayatı seçmemeyi seçtim. Ben başka bir şey seçtim. Neden mi? Hiçbir nedeni yok. Kim eroin bulabildiği sürece nedenleri düşünür ki?”
Hikaye aynen böyle başlar işte. Mark Renton (Ewan McGregor), düşüncelerini çekinmeksizin söylerek suları bulandırır. Bu sayede herkes kendinden bir şeyler bularak başlar filme.
Irvine Welsh’in aynı adlı romanından 1996 yılında uyarlanan film, Edinburgh’da yaşayan bir grup eroin bağımlısı gencin hayatını anlatıyor. Hikaye, ana karakter olan Mark Renton’ın etrafında ilerliyor ve eroinden beyni uyuşan, halüsinasyonlarda boğulan gençlerin arasına düştüğümüzde bizim zihnimiz açılıyor; kafamıza deli sorular üşüşüyor.
Birer birey olarak, seçimlerimizi yapmakta özgür olduğumuzu sanıyoruz; ama aslında gerçekten öyle miyiz? Yoksa tercihlerimizi tüketim toplumu mu belirliyor? Özgür olduğumuzu, kendi karakterimizi irademizle verdiğimiz kararlar doğrultusunda oluşturduğumuzu sanarken, toplum dayatmalarına ayak uydurup kendi seçimlerimizden vazgeçmiyor muyuz? Kendimizin isteyip istmediğimizi bile düşünmediğimiz kararlar alarak, bunları yaşamak zorunda bırakılmıyor muyuz?
Mark Renton, her ne kadar bir nedeni olmadığını iddia etse de, kendisine dayatılan baskılardan sıyrılarak, doğruluğu/yanlışlığı tartışılır (!) “seçimsiz” bir hayatı tercih ediyor. Ancak hayat onun kararlarına pek fazla saygı duymuyor olacak ki, onu bambaşka bir yöne itmeye karar veriyor. Renton, Londra’ya yerleşerek bir “yetişkin” hayatı yaşamaya ve herkes gibi olmaya başlıyor; işine düzenli gidip gelen, takım elbise giyen, komşularını rahatsız etmek istemeyen biri…
Her şey düzene girdi derken, yazarın “in-yer-face” akımının etkisinde olmasından nasibimizi alıyoruz elbette. Bu akım, hayatın çirkin ve rahatsız edici yanlarının seyircinin/okuyucunun yüzüne acımasızca çarpılmasını ifade ediyor.
Tüm bunlar devam ederken, öyle bir soundtrack listesi çalıyor ki, neye uğradığımızı şaşırıyoruz. Iggy Pop, Lou Reed, Blur, New Order ve çok daha fazlası. Filmin her bir kırılma noktası için seçilen şarkılar, hikayeyi daha da etkileyici ve içinden çıkılmaz bir hale sürüklüyor. Çekim açıları, şarkıların iniş çıkışlarıyla paralel ilerliyor. Kayıtsız kalamayıp duyu organlarımızı filme teslim ediyoruz ve kendimizi bambaşka bir boyutta buluyoruz.
İlk filmin ardından 21 yıl sonra tekrar hayatımıza girecek olan Trainspotting 2’nin soundtrack listesi filme dair beklentileri oldukça yükseğe çıkarıyor; olmazsa olmaz Iggy Pop burada da yerini almış; ardından Quenn, The Clash ve aklımızı alabilecek birçok isim.
Trainspotting filmi her açıdan muazzam; ama sanırım filmin en çarpıcı noktası, tüketim toplumunu eleştirirken aslında sistemin çarklarından biri olduğunu fark etmek. Filmin en kült sahnesi ise şüphesiz Mark Renton’ın tüm içtenliğiyle, bir tutam delilikle gözlerimizin içine bakarak güldüğü o sahne; “ne kadar inkar etsen de içindesin” der gibi.