Hazırlayan: Belgin Keleş
“Kuş ölür sen uçuşu hatırla”©
Sessizliğin gürültüye karşı galibiyetini izlediğim oldukça çığırtkan bir filmden konuşacağız. Karışık mı geldi? Aksini iddia etmedim, Dolan’ın da ettiğini sanmıyorum. Çünkü bu sessizlik boğazıma düğüm oldu.
Alt Tarafı Dünyanın Sonu (Juste la fin du monde), senaristliğini ve yönetmenliğini Xavier Dolan‘ın yaptığı 2016 Kanada-Fransa yapımı dram filmi. Film, 1995 yılında AIDS’ten ölen Fransız oyun yazarı Jean-Luc Lagarce’nin aynı isimli oyunundan uyarlanmış.
“Sessiz insanların iyi dinleyici olduklarını sanıyorsunuz ama ben insanlar beni rahat bıraksın diye susuyorum.”
Aile hikâyelerinde sıkça rastlanılan bir ayrılık hikâyesi değil bilakis hiç bahsinin açılmadığı 12 yıllık ayrılığın, sancılı bir dönüş hikayesi. Aile fertleri, bazı diyaloglar ilk bakışta klişe görünse de Dolan hepsinin altına ışıltılı imzasını atıyor. İzledikten sonra günlerce etkisinden çıkamadığım, son zamanlarda izlediğim şeyler arasında en çok dokunan bu filmin etkisinin sebebi üstüne epey düşündüm. Sanırım karakterlerin ne yaşadığını biraz biraz biliyordum. Bu ne cüret yahu demeyin. Tam bir insan filmi, basit, acıklı, kahkahalı, sessiz ve dahi gürültülü. Empati kurulacak kadar yakın hissettim tüm aile fertlerine kendimi. Kimi zaman yavaş kimi zaman hızlı ama her halde ölümü kovaladığımız hayat telaşında bir yerinden yakalayan bir karanlık klostrofobik bir odada buldum kendimi. Beni en çok dağıtan da bu oldu galiba. Kişisel tarihiniz ve aile algınız, deneyimlediğiniz ayrılıklar ölçüsünde etkileniyorsunuz böyle basit bir öğle yemeğinden. Alt tarafı dünyanın sonu değil mi? İşte hiç de öyle değil.
“-mutsuzsun çünkü böylesi daha kolay.
– mutlu olmayı seç o zaman.
– söylemesi kolay.”
Xavier Dolan bu filminde 12 yıl sonra terk ettiği eve kötü haberi vermek için gelen Louis’in hikayesini bir öğle yemeği sahnesinde sıkıştırılmış olarak anlatıyor. Louis, AIDS olduğunu itiraf etmeye çalışan sessiz kahramanımız. Kopan aile bağlarını adeta biz izleyicilerle birlikte sessizce izleyişi toplu bir ıstırap seansına dönüşüyor. Vedaya gelen Louis’in tüm sorulara verdiği yanıtlardaki sessizliği, gülüşü ve “3 kelime”lik cevapları filmin en çok gürültüyü koparan anları. Filmin diğer karakterlerin performansı ise bu sessizliğin aksine oldukça coşkulu. Konuşulması gereken çoğu mevzuyu susturmaya çalışıp, üstünü örtünce puf diye yok olacağını sanan ve açlığımız en büyük acımız gibi davranan tanıdık, renkli ve eğlenceli anne naifliği. Hep çok sevdiğinden özlediğindenmiş gibi öfkesini tolere edilir kılmaya çalışan, ağzından köpükler saça saça bağıran bir abi. Utangaç, mutsuzluğu malum bir eş. Belki ayrılıktan belki şımarıklıktan kötü alışkanlıklar edinmiş heyecanı kendinden menkul bir kız kardeş.
Film bir tiyatro oyunundan uyarlama olduğu için diyalogların uzunluğu tahammül sınırlarınızı zorlayabilir. Ancak yönetmen sinemanın illüzyonlarından faydalanarak bu sıkıntıyı aşmamıza fazlasıyla yardımcı oluyor. Dolan’ın her filminde bizlere cömertçe sunduğu o şahane müzik hafızası ve geçmişle karşılaştırma kabiliyeti sayesinde tüm bu şikâyetler memnuniyete dönüşüyor. Beklentiyi arşa çıkaran bir kastı var filmin. Ummadığınız kişiler sürpriz karakterlerle, yönetmenin müthiş yetenekli yakın çekimleriyle isimlerinin hakkını veriyor
Filmin başında ve sonunda çalan “Home is where it hurts” ve “Natural blues” soundtrack listesinin iki kanadı olarak günlerce evimde dolaştılar. Şarkılarla bu derece kuvvetli bağı olan bir yönetmenden film boyunca muhteşem şarkılar dinleyeceğinizden şüpheniz olmasın.
Vedalar acıtır, hele ki dönüşü olmayan bir yola çıkılacaksa. Alt tarafı dünyanın sonudur. Hayat işte hep biraz heyhat.
© Füruğ Ferruhzad, Delam Gerefte şiirinden.