Süper kahraman yapımlarına burun kıvıranlardansanız tekrar düşünün. Değilseniz üstüne düşünmeyin bile: “Entelektüel insanın süper kahraman dizisi” gibi bir unvan yakıştırabileceğimiz Legion‘ı benzerlerinden ayıran unsurlar, diziye karşı konulmaz bir cazibe katıyor ayrıca. Hikaye anlatım yöntemleriyle, taşıdığı estetik kaygıyla, müzikleriyle ve Fargo‘dan sorumlu televizyoncu Noah Hawley‘nin vizyonuyla bırakın kendi türündeki yapımları, herhangi bir televizyon yapımına pek benzemiyor. İçinde barındırdığı onca tuhaflığı göz önüne alırsak, raydan daha fazla çıkmış bir dizi düşünemeyiz gibi. Belki Twin Peaks‘in yeni sezonu hariç, onu da eleştirmenler “sinema” etiketiyle naklediyor zaten.
Dizinin ilk dakikaları, “Ben farklı bir yapım olacağım” mesajını başarıyla iletiyor. Yapımın ismine mahlasını bağışlayan David Haller‘ın doğumdan yetişkinliğe, masumluktan deliliğe geçişini kısacık, diyalogsuz sahnelerle izliyoruz. The Who‘dan “Happy Jack” eşliğinde hem de… David, Marvel evreniyle az çok haşır neşir olmuş herkesin bildiği bir ismin oğlu, ancak bu gizemli babanın kim olduğunu belki duymayan vardır diye sürprizi bozmuyoruz; çünkü henüz dizide bile böyle bir açıklama yapılmadı. Velhasıl David, kafasında duyduğu “sesler” yüzünden çıldırmış; tımarhaneye kapatılmıştır. Bu şizofreni, ne kadar doğru, ne kadar yanlış bir tanıdır tartışılır; cevaplar da dizide aranır. Su götürmez gerçek, David‘in bir mutant olduğudur. Tedavi gördüğü akıl hastanesinde Syd Barrett adındaki başka bir hastaya gönlünü kaptırır… Bir saniye, nasıl yani? Kızın adı cidden Pink Floyd‘u var eden kişiyle aynı mı? Böyle bir şey olabilir mi? Bilemeyiz, izleyip görmek lazım. Zira bütün bunlar, hikayenin olsa olsa ön sözü.
David‘in söz konusu deliliğinin imkanlarını sonuna kadar kullanan bir yapım Legion. Gerçeküstü sahneler, sürekli farklı kadrajlara geçen dengesiz bir görüntü yönetmenliği, sınırsız renk paletleri var. Bunların üstüne “doldurma” dediğimiz, hikayeyi ilerletmeyen bölümlere sıklıkla başvurup da buna rağmen daima sıradaki bölümü merak ettiren bir kurgu var. Bu nedenlerle Legion hem çerezlik diziler misali maraton seyriyle gidecek, hem de bunun sonucunda beyinleri yakacak, şaşırtıcı derecede sanatsal bir dizi. Yavaşça pişiyor, pişerken sizi de pişiriyor. İlk sezon çok fazla soru işareti üretip yavaş -ve ilginç- aksa da tatmin edici bir sona bağlandı. İkinci sezon da öncekinin adımlarını izliyor, hatta belki de daha temkinli bir biçimde. Merak, tereddüt ve takdirle izliyoruz. Başka hangi dizide bir an sebepsizce gerilip, hemen sonrasında daha da tekinsiz duran bir dans koreografisi izleyebiliriz ki? Anlamıyoruz, ama bir şekilde seviyoruz. (İllaki hayranları vardır, Flight of the Conchords‘la hayatımıza giren Jemaine Clement‘in de bu dizide adeta oyunculuk dersi verdiğini ekleyelim.)
Müzikler… Bir karakter adını Pink Floyd‘dan alıyorsa, kendilerinden iki parça işitmemize de şaşırmamalı. Heyhat “Breathe” ile “On the Run” ilk sezon finalinde o kadar kusursuz bir anda yerleşiyor ki arka plana, müziğin seçici bir zevkle önümüze sunulduğunu anlamak işten bile değil. Rolling Stones‘tan “She’s A Rainbow”, Radiohead‘ten “The Daily Mail” da aynı şekilde… Hele Maurice Ravel‘in “Bolero”‘sunu dinlediğimiz bir sahne var ki, diziye kült konumunu kazandıran başlıca şeylerden biri olsa gerek. Robert Plant, The National, Cat Power, Feist, Velvet Underground gibi nice harika ismi barındıran bu seçkiyi bilhassa seveceğinizi düşünüyoruz. Fazla söze ne hacet, deneyip kendiniz görmeniz lazım. Sevin ya da sevmeyin, enteresanlığında mutabık olacağımız kesin gibi.