Zaman hızla geçiyor, dünya değişiyor. Işık saçan büyüklü küçüklü ekranlar, genzimizi yakan kirli hava ve yapaylığını hissetteğimiz tatlar derken, bu değişmişlik ve sözde gelişmişlik duygulara da sirayet ediyor. İnsan ilişkileri tüm samimiyetini kaybedip yavanlaşıyor. Samimiyet; hani şu daha çok Yeşilçam filmlerinde olan şey. Şimdiki zamana bakarak izlediğimizde, aslında hiçbir zaman yaşanmamış bir dönemde geçtiğine inanmaya başladığımız filmler. Derken, bazı kokular geliyor burnumuza, bazı renkler takılıyor gözlerimize, bazı sesler geliyor kulağımıza. Ahmet Ali Arslan’ın sesi gibi. Bizi bölünmüş olduğumuz paralel evrenlerden ve ağaçsız şehirlerden kurtarıyor; sazların ve sözlerin içine atıyor.
“Günaşığı” her ne kadar Ahmet Ali Arslan’ın ilk albümü olsa da, biz onun adını çok daha öncelerde, başka yerlerde de duymuştuk. Belki Fikret Kızılok’un “Serserinim” adlı şarkısının yorumuyla, “Su Akar Deli Bakar” adlı mini albümüyle, “Türlü” adlı radyo programıyla ya da benim gibi Şenceylik’in “Kağıt Kesiği” şarkısıyla kulağımıza bir şekilde çalınmıştı. Şimdi ise dokuz şarkıdan oluşan “Günaşığı” albümü ile gitarın, sazın, kemençenin, klarnetin ve tamburun yer aldığı bir dünyaya götürüyor bizi. Klasik Türk müziği ve Türk halk müziğinin tınılarını hissettiğimiz albümüyle, kulağımıza çalınan naif bir sesten çok daha fazlası olduğunu gösteriyor.
“Günaşığı” albümü ile köklerimize götürerek sıkıldığımız anadilimizle aramızdaki buzları eritiyor Ahmet Ali Arslan. Uzun hava ile kapanışını yaptığımız albümden sonra, sobanın sıcağı gibi yalın bir sıcaklık ile “her gece çizilecek olan resimler” kalıyor elimizde.