15 Eylül akşamı Küçükçiftlikpark Bahçe Sahne’de Eylül oyununu izledim. Hikayesi ile sahne hakimiyeti dolu performansı ile göz kamaştırıcı bir oyun olduğunu söyleyebilirim. Bu tek kişilik oyunda Eylül Cansın’ın hayatını izliyoruz. Böylesine etkileyici bir karakteri Uğur Kanbay gibi yetenekli bir oyuncunun ellerinde izlemek iki perde 110 dakika süren bu serüveni unutulmaz kılıyor.
Eylül Cansın 2015’te Boğaz Köprüsü’nden atlayarak intihar eden bir trans seks işçisi. Onun intiharı Türkiye LGBTİ+ topluluğu için oldukça travmatik bir olay. Özellikle intiharından önce yaptığı sosyal medya yayını ve orada söylediği “yapamadım çünkü insanlar izin vermedi” sözleri yıllardır akıllarımızdan silinmiyor. Eylül Cansın, hakkında konuşmadığımız daha birçok trans intiharını hatırlamamız için ve yaşam şartlarını, eşitsizliği, ayrımcılığı, şiddeti tartışmamız için unutmamamız gereken bir isim.
Sfrpztf’den çıkan Eylül’de Uğur Kanbay, yazıp yönettiği bu oyunda muhteşem bir performans gösteriyor. Sahneye topuklularıyla çıktığı ilk anda bizi görüntüsü ile büyülüyor. Benim için eteğinin boyu, file çorapları ve mavi farı karakterin ağzından çıkan cümlelere ortaklık etmede güçlü destekçiler oluyor. Performans uzun ve tek kişilik bir performans olmasına rağmen seyircileri bir an bile boşluğa sürüklemiyor, izlediğimiz oyunun büyüsü ve anlatı gücü devam ediyor.
Zaman zaman performansın metnin ve rejinin üzerine çıktığı anlar oldu diyebilirim. Bu anlarda birkaç defa “bu reji ya da bu replik olmasaydı da ben izlerdim” diye düşünürken buldum kendimi. Tüm rolleri üzerinde toplayan bir tiyatrocu olarak Uğur Kanbay’ın bu nüansları da bilinçli olabileceği gibi bir yandan zaman zaman metin ya da rejinin performansa dayandığını hissetmek istemezdim. Bu oyun gerçek bir kişinin kurgu ile harmanlı anlatısı ve bize sonunda “Eylül Cansın neden intihar etti” sorusuna cevap buldurmaya çalışıyor. Bu yolda da bizi Eylül’ün hayatındaki birçok kişi ile tanıştırıyor ve bu tanıştırmaları tiyatro seyircisinin varlığını kabul ederek yapıyor. Bu yolda seyirci ile birçok defa birebir diyalogları, seyircinin arasına girip dolaşmaları da bulunuyor. Bu ilişkiyi kurmada performans iyi bir tanışma yaratıyor karakter ve seyirci arasında. Seyircinin büyük bir çoğunluğunun yabancı olduğu bu hayatı bu şekilde direkt iletişim yolu ile tanıştırmayı tercih etmesi bana çok doğru geldi. Öte yandan bu tanışıklığı yaratırken yalnız mizahlı bir anlatı yapmak seyircinin yalnız beraberce güldüğü bir karakter yaratma riski taşıdığından olsa gerek aralarda edebi ve ağır ağdalı anlatılar bulunuyor metinde. Bu tercih bende seyircinin bu karakterle üzülmesini sağlamak adına biraz ek olarak konduğu hissini yarattı. Bu sebeple o ara anlatılarda ben ne kadar duygudan duyguya koşmanın; bir an ağlarken bir an kahkaha atmanın hazzını yaşasam da bu denli sık gelen edebi an beklemediğimi itiraf etmeliyim.
Anlatıdaki bu nüanslar lubunya hayatına hakim olmayan seyirci için anlatıcı ve açıklayıcı olabilir elbette. Ama umut etmemiz gereken şey zaman içinde sahnelerde kuir anlatıların yoğunlaşmasıyla burada da dünyadaki gibi bir kuir sanat algısı oluşması olmalı. Bugün kuir sanattan ziyade sahnelerde modern anlatıların konuları olarak kuirliği görüyoruz, bu bir başlangıç olsa da ileride kuirliğin bir hikaye ya da konu olarak kalmanın ötesinde kendisine bir biçim de bulduğu bir alan olmasını umut ediyorum.