Wild Pink – Yolk in the Fur (2018)

Esasında Wild Pink için getirilebilecek tek güçlü olumsuz eleştiri, Pensilvanya’lı komşuları The War on Drugs‘ı yer yer biraz fazla andırmaları. New York’lu, daha daraltırsak Brooklyn’li genç ekibi kulvarlarında bir numara olmaktan men eden şey ha keza, kendilerinden tecrübeli kapı komşularının kendisi. Zaten müzik otoritelerinin kaleminde yeterince altı çizilmiş bu benzerlikleri kafaya takmazsanız, ortada şaşırtıcı derecede ayakları yere basan bir ikinci albüm var. Grup adındaki vahşilik de yanındaki pembe ile kimyasal tepkimeye girince geriye samimiyet kalmış, huzur ve metanet dolmuş bütün şarkılara. Americana’nın kovboy kovboy takılmayan, Springsteen ve Dylan gibilerine yol gösteren sıcak ve kucaklayıcı yüzü bir kez daha gözler önüne serilmiş.

Brooklyn sahillerinde gezinirken uzaklardaki taşranın yeşilliklerini de kafanızda arşınlıyorsunuz Yolk in the Fur‘ü dinlediğinizde. American country’sindeki hikaye anlatıcılığı geleneğinin meditatif gitarlara, masmavi ufuğa bakıp hayaller kuran bir kafaya bulanmış halini dinliyoruz. Brooklyn kıyı şeridinin doğu-batı yönünde uzandığını hesaba katarsak, nice gün doğumu ve gün batımını gözlemlemiş bu ekiple aramızdaki empati bile gelişebilir; dostlarımızı dinliyormuşuz gibi hissedebiliriz. Buradaki bir sahilden oraya bağırsak, Wild Pink de bizi duyar mı acaba?

Müzik yüksekten uçuyor olabilir ama sözler sizin, bizim hayatımızdan fırlamış sanki; öyle bir evrensellik, öyle bir bizdenlik. Seçkinin zirve anlarından “Lake Erie”‘nin meramına bakalım: “Yağmur sonrası meltemde çimleri, ağaçları kokluyorum / Günden güne ne farklı günlerim geçiyor, şaşıyorum”. Albümün diğer mottoları şöyle uzayıp gidiyor: Aşktan güzeli yoktur, bizi neyin beklediğini bilemeyiz, biraz huzur bulalım da gerisine bakarız… Bu sözlerin üstüne düşününce daha iyi anlıyoruz ki samimiyetin olduğu yerde orijinallik aslında arka planda kalsa da olur. Kendin olmak demek, biraz da başkalarında kendini bulmak demektir, tabi ölçüsünü kaçırmazsan!

PUANLAMA: 7.5/10