Skysketch: Müzik bir kopyanın kopyasının kopyası olmamalı

Hazırlayan: Tuğçe Yapıcı

Bağımsız Yerli Müzik: Gözümüzün Tam Önünde başlıklı yazımın yayınlanmasının hemen ardından Skysketch‘ten Tunç Aydoğmuş bana cevaben “Too Little, Too Late” – Yerli Bağımsız Müzik Ortamının Bir Eleştirisi başlıklı bir yazı kaleme alarak grubun blogunda yayınlamıştı. Şayet birtakım çözümlere ulaşmak gibi bir gayemiz varsa hazır sektöre dair pek çok konu sandıktan çıkmışken Skysketch tam da yapılması gerekeni yaptı. Resmi kendi durduğu/gördüğü/deneyimlediği açıdan betimleyerek çözüm odaklı bir tartışmaya katkıda bulunmayı seçti. Tunç ile hem yazısında değindiği konuları etraflıca ele almak hem de Skysketch’ten bahsetmek için bir röportaj gerçekleştirdik. Geç de olsa affola.

Selamlar, derin konulara girmeden önce Skysketch’ten bahsederek başlayalım istiyorum. Sanırım eski arkadaşsınız ve başlangıcı Eskişehir’e dayanan bir hikayeniz var. Skysketch nasıl ve ne zaman bir araya geldi?

Merhabalar Tuğçe. Grubun hikayesi epey uzunca bir hikaye aslında ama; kısaca bahsedelim. 2005 yılının Aralık ayında, farklı bir isimle ve şimdiye göre bambaşka bir müzik yaparak bir araya geldik. Lise hayatımız boyunca Eskişehir’de müzik yaptık, konser verdik, şarkılar yayınladık. Daha sonra beraber müzik yapmaya devam etmek için hepimiz İstanbul’a göçtük ve başta İstanbul olmak üzere birçok sebepten dolayı müzikal eğilimlerimizin farklılaşmaya başladığının farkına vardık. Bunun üzerine eski ismimizi bir dönem olarak kapatıp, yeni bir proje olarak Skysketch haline geldik.

Peki grup üyeleri Skysketch dışında müziğe dair neler yapıyor, başka projelerde yer alıyor musunuz? Geçtiğimiz günlerde Uğur Can sizsiz Babylon sahnesine çıktı mesela…

Resmen yaramıza yeniden parmak bastın… Ama şaka bir tarafa, bunca senelik arkadaşlar olarak Uğur Can’ı akademik alanda yaptığı bir iş ile Babylon sahnesinde görmek çok güzel bir deneyim oldu. İzlerken “Kardeşle gurur duyma”ya epey yakın hisler yaşadık, ki aynı hisleri, Uğur Can ile Onur MIAM’a kabul edildiğinde de yaşamıştık zaten. Uğur Can, MIAM’da Sonic Arts programında; Onur da, yine MIAM’da, Sound Engineering And Design programında yüksek lisans yapıyor. Üyelerin “grup müziği” anlamında yer aldığı başka herhangi bir proje yok, 2005’ten beri de (birkaç arkadaşla toplanıp stüdyoya gitmeleri saymazsak) olmadı. Durumun böyle olmasında yıllardır müzik ortamının görece dışında yer almış olmamızın ve Skysketch’in hep önceliğimiz olmasının etkisi var muhtemelen.

Geçtiğimiz sene iki parça olarak yayınladığınız Our Faces Go Blank EP’lerinden bahseder misin biraz… Tam olarak ne zaman yayınlandılar, yer alan parçalar grubun hangi döneminin ürünü, ikişer parçadan oluşan bu iki EP arasındaki bağ nedir?

İstanbul’a göç ettiğimiz, yaptığımız müziğin yeniden şekillenmeye başladığı 2010-2011 döneminde “You Fall And The World Falls With You” isminde bir EP yayınlamıştık. Bu EP’de şekillenmeye başlayan eğilimler, 2011-2015 arasındaki süreçte, birazcık da geleneksel diyebileceğimiz “rock” taraflarına kayarak, 2015 ortasında “Our Faces Go Blank” halini aldı. EP’nin iki kısmı arasındaki bağlantı, parçalarda işlenen temalar aslında. Etrafta olan bitenler ve kendi kendimize verdiğimiz zarar karşısında yaşanan yoğun bir yabancılaşma. Şimdilerde, albüm süreciyle beraber, daha farklı yerlere gidiyoruz, az önce bahsettiğim “rock” meselesinden iyice uzaklaşıyoruz diyebiliriz muhtemelen.

Benim yazıma cevaben kaleme aldığın yazıda bu iki EP’ye karşı alternatif basının absürt ilgisizliğinden dem vurmuştun. Bu albümlerin tanıtımı adına neler yaptığınızdan ve aldığınız sonuçlardan bir defa daha bahseder misin yazını okumamış olanlar için?

Yaklaşık 20 yayına EP’nin yayınlandığını bildiren kısa mailler atmıştık. Avaz Avaz, EP’nin ilk kısmının yayınlandığına dair bir haber yaptı, onlar dışında da mail üzerinden veya haber anlamında geri dönüş yapan herhangi biri olmadı. Tabii, blog yazısından sonra Bir Baba Indie ile bu meseleleri konuştuğumuz epey güzel bir mailleşmemiz oldu, onu da atlamamak gerek.

Bu ilgisizliğin sizde kendi müziğinize ve genel anlamda müzik üretmeye dair yarattığı hissiyat ne oldu?

Bu konuda uzun uzun söylenecek çok fazla şey var aslında, bir kısmına blog yazısında da değinmiştik. Yeni bir şeyler yayınlayan bir insan, illa müzisyen olmasına da gerek yok, bir anlamda bir diyalog başlatmaya çalışıyor diyebiliriz. Üstelik bu diyaloğu başlatırken söylediğiniz ilk sözün; fazlaca zaman, çaba, maddi kaynak harcayarak oluşturduğunuz ve gerçekten söylemek istediğiniz bir söz olduğunu düşünün. Daha sonra bu sözü alıp sokağa çıkıyorsunuz. Konuyla ilgili olduğunu bildiğiniz insanları bulup, sözünüzü söylüyorsunuz. Ama bu insanlar herhangi bir cevap vermiyorlar, başlarını çevirip öte yana bakıyorlar, herkes zaten ne konuşuyorsa, onlar da aynı şeyleri konuşmaya devam ediyorlar. Böyle bir durumda neler hissedileceğini hayal edebilmek için müzisyen olmaya gerek yok aslında. Kırgınlık, öfke, ürettiğiniz söze karşı bir yabancılaşma ve güvensizlik, hayal kırıklığı. Artık, “Ne derlerse desinler, gerekirse kötülesinler ama bir cevap versinler.” durumuna geliyorsunuz. Alternatif basından herhangi bir tepki alamayan müzisyenler, her gün bu hislerle boğuşarak yaptıkları işi yapmaya devam ediyorlar aslında.

Alternatif basın dediğimizde dijital mag ve blogların içerisinde yer aldığı yayınlardan bahsediyoruz. Sizce bu yayınların yerli alternatif sahneye karşı ilgisizliğinin sebepleri neler?

Bu konudaki temel sorun, yerli müziği gerçek anlamda yakından takip eden bir inisiyatif eksiğiydi aslında. Elbette yanlış anlaşılmasın, son yıllarda bu konuya eğilen epey insan var. Karga’dan tanıdığımız Tayfun Polat gibi isimler, ya da In The Void gibi oluşumlar bağımsız, yeni, yerli grupların müziğini duyurabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Ama yeterli olamıyor bu elbette, keza radyoda duyulan bir parçanın dinleyicinin aklında bir “grup kimliği” oluşturabilmesi çok zor. Diğer “iki milyon yerli grup” kümesine düşmek aşırı olası, ki bu bile iyimser bir ihtimal keza birilerinin hala radyo dinlediğine dair bir varsayım içeriyor.

Uzun zamandır ihtiyacımız olan şey, birinin kalkıp tam da senin şu anda yapıyor olduğun şeyi yapması idi; her koldan bağımsız müziğe “saldırmak”, sesi çıkamamış insanlara kamusal bir “ses” vermek. Senin Kıyı Müzik’te yayınlanan yazınla beraber yerli basında bir hareketlenme olduğu aşikar, iki ay öncesine kıyasla çok daha umutluyuz artık.

Yazdığın yazının üzerine seninle konuştuğumuzda bu değerlendirmeyi yaparken bugün “müzik basını” dediğimizde bu tanıma kimlerin girdiğinin önemli bir mesele olduğunu söylemiştim. Hiçbir süreli müzik yayınının kalmadığı ülkemizde aslında bu işi profesyonel olarak yapmayan, hayatını idame ettirmek için başka işlerde çalışan ve çoğunlukla vakit bulduğu ölçüde yalnızca keyif için dijital ortamda birtakım mecralarda müzik üzerine kalem oynatan kişileri müzik basını olarak tabir ediyoruz. Bu durum da müzik üzerine yayınlanan haber, eleştiri, röportaj vs.’nin yalnızca yazarların bilgi, ilgi ve beğenilerine tabi olması sonucunu doğuruyor. Bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum. Müzik üzerine keyif için kalem oynatan kişiler yerli sahnedeki gelişmeleri takip etmekle ne derece yükümlüdür veya profesyonel müzik basının niceliksel azlığı uzun vadede ne tür eksikliklere sebep olabilir?

Özellikle bu “yükümlülük” meselesine değinmen çok güzel oldu. Öncelikle, yanlış anlaşılmaya çok elverişli bir noktayı biraz temizlemek gerek. İlgisiz olduğundan dem vurduğumuz müzik basınını hayatta tutabilmek için, işinden gücünden arttırdığı zamanı bu işe harcayan insanları “canavarlaştırmak” fazlaca saçma olur. Zaten amaç birilerini suçlamak olmamalı. Çok benzer şartlarda müzik yapmaya çalışan insanlar olarak, yapılmaya çalışılan işin kolay olmadığını anlamak zor değil. Ancak “keyif” “beğeni” gibi kavramlar üzerinden tartışmaya başladığımızda oluşturmaya çalıştığımız diyalog zemini çok kayganlaşıyor sanki. Keza, bizim Skysketch olarak, ya da Onur, Tunç, Uğur Can, Tekin olarak, sevdiği bir işi bir tarafından tutup yapmaya çalışan bir insanı aldığı keyif ya da beğenileri üzerinden eleştirebilme gibi bir şansımız, hakkımız yok. Hal böyle olunca, keyif ve beğeni, aşılamaz birer eleştiri kalkanı haline gelmeye başlıyor.

Bahsetmemiz gereken asıl konunun, bu “yükümlülük” meselesi olduğu inancındayız biz. Eğer bir yapı kendini “basın” olarak tanımlıyorsa; bu durumda sevdiği, beğendiği, özellikle heyecanlandığı işleri tanıtmanın yanında; çok kötü bulduğu işleri bile haber yapma gibi bir yükümlülüğü olmalı. Aksi haldeki senaryo, sadece beğendiği politikacıları haber yapan bir gazete olmaya benziyor. Elbette, heyecanlandıran işlere öncelik vermek kadar doğal bir şey olamaz. Ama yine de, çok kişisel blogları dışarıda tutacak olursak, kitlelere ulaşma yetisi olan bir yayında yazan kişinin; bireysel ayrıcalıklarından, beğenilerinden biraz feragat edebilmesi gerekiyor. Artık ortaya çıkan şey, yazarın yayın ile karıştığı ve Voltran’ı oluşturduğu yeni bir kamusal kimlik olmalı.

Elbette, bunun önündeki en büyük engel bu işlerle uğraşan insanların herhangi bir kazanç sağlayamamaları. Bu bir kısır döngü ve ancak birkaç delinin çıkıp insanüstü bir çaba göstermeleri sonucunda kırılabilecek bir kısır döngü. Bu çabanın ani bir parlama, birden yerli müzikten bahsetmenin “hype” haline gelmesi şeklinde olmaması, sürekli ve samimi olması da çok önemli.

“Too little too late” demişsin başlıkta. Geç de olsa bu ilgisizliği telafi etmek için beraberce çözüm önerileri geliştirmemiz mümkün mü? Sizin aklınızda “halbuki şöyle yapsak ne güzel olur” dediğiniz öneriler var mı?

Başlığı pek sevdiğimiz Metric’e borçluyuz. Elbette oturup, konuşup fikir alışverişinde bulunmak çok önemli ancak bir noktayı unutmamak gerek; biz müzisyeniz. Her şeye büyük oranda müzisyen perspektifinden bakmak durumundayız ve öyle bakmak da istiyoruz zaten. Eğer basının içinde bulunduğu durum bir şekilde çözülecekse, bu iradenin basın içerisinden çıkması gerekiyor. Diğer türlü, basın bir araya gelip öneriler üretmezken, müzisyenlerin gelip de “Şöyle yapsanız ne güzel olur” demesi hafiften saçma kaçabilir. Ama böyle bir irade çıktığı takdirde desteklemek için ellerinden geleni yapacak bir dolu bağımsız müzisyen olduğu kesin. Biz de dahil olmak üzere, tabii.

Albüm eleştirisinin azlığından duyduğun rahatsızlığa da değinmişsin yazında. Müzik yayınlarında yayınlanan albüm eleştirilerinin dinleyicinin albüm satın alma ve konsere gitme tercihlerini şekillendirdiği dönemi geride bıraktık. Sence bugünlerde dinleyici dijital ortamda saniyeler içinde ulaşabileceği bir albümü dinlemek için önce albüm eleştirisi okumaya ihtiyaç duyuyor mu? Yoksa albüm eleştirisi yeni çağda işlevini daraltıp senin de yazında belirttiğin üzere müzisyenin kendisini geliştirmesine hizmet eden bir ürüne mi dönüştü?

Albüm eleştirisinin her şeyden önce, bir tanıtım işlevi olduğunun farkında olabilmek gerek. “Albüm satın almak” denilen şey zaten neredeyse tamamen tedavülden kalktı. Hatta son derece saçma bir şekilde “Konsere gitmek” denilen şeyin de tedavülden kalktığı distopik bir yere doğru gidiyoruz galiba. Bu iki sonuç aşağı yukarı aynı sebepten kaynaklanıyor; oturduğumuz yerden bir şeylere ulaşabilme kolaylığından. Fakat, içeriğe ne kadar kolay ulaşılırsa, ulaştırılması hedeflenen içerik de o kadar artıyor. Bunun sonucunda da tek tek oluşumların bir şekilde sıyrılıp kitlelerine ulaşabilmeleri o kadar zorlaşıyor. Son derece paradoksal bir şekilde, insanlara ulaşmak kolaylaştıkça insanlara ulaşmak zorlaşıyor anlayacağınız.

Bu açıdan bakıldığında, müzik eleştirisi dediğimiz şeyin işlevinde o kadar da büyük bir değişme olmadığını görmek zor değil. Eskiden eleştiri, hangi albümlerin satın alınacağına dair belirleyici bir faktörken, şimdi de ekranda gördüğümüz bir milyon içerik arasından hangi yerli grubun son EP’sini Spotify’dan dinleyeceğimizi belirleyebiliyor.

Eleştirinin bu bahsettiğimiz “tanıtım” işlevinden daha önemli bir işlevi de var aslında. Eleştiri dediğimiz tür, eninde sonunda edebi bir tür. Belli standartları var, kullanılan belli kriterler var ve edebiyatın her alanı gibi, katkıda bulunduğu bir kültür var. Eleştirinin yok olması, dinlenilen ve hatta çoğu zaman da maruz kalınan müziğe karşı savunmamızın yok olması demek. Bu özellikle yeni yetişen dinleyiciler için çok büyük bir tehlike, keza dinleyiciler müziği değerlendirmek ve tartışabilmek adına kriterlere sahip olamazsa eğer, elli yıl içerisinde “müzik” dediğimiz şey sadece beyinsiz pop şarkıları ve altına yazılan YouTube yorumlarından ibaret hale gelebilir.

Yerli müzik sahnesinde bolca kötü müzik olduğundan, çoğu konserin dinleyiciye pek bir şey vadetmediğinden bahsedip eklemişsin: “Tarihin hiçbir döneminde, belli birelit’ kesime dahil olmayan insanların konserlere yalnızca müzik dinlemek için gelmediği de aşikar.” Elit kesimler konserlere yalnızca “müzik dinlemek” amacıyla mı giderler sence? Belli bir ortama dahil olma, orada bulunarak aidiyet duygusunu doyurma veya sosyalleşme kaygıları gütmezler mi? Ya da şöyle sorayım: Hangi tür dinleyici hangi motivasyonla herhangi bir konsere iştirak eder ve bu motivasyon farklılıkları konser ortamını nasıl etkiler? 

Bak bu soru çok iyi oldu, çünkü bu “elit” meselesinin yanlış anlaşılmış olması çok normal. Bahsedilen elit kesim, her hafta sonu opera dinleyen, Haydn’ın bütün eserlerini en az bir kere canlı dinlemiş bir kesim değil. Daha çok, müzikten “anlayan”, konserlere oradaki deneyimin bir parçası olmak yerine bir kenara çekilip müziği notlandıran bir elitliğe gönderme yapmıştık. Böyle dinleyicilerin, kötü buldukları işleri seven, bu konserlerde eğlenen insanlara karşı mesafelenme gibi eğilimleri olabiliyor, zaten elitizm burada devreye giriyor. Elbette buradan yalnızca müzik dinlemek için konsere giden insanlara elitist dediğimiz gibi bir sonuç çıkmasın.

Bağımsız sahnede yapılan müziğin akademik ismi, müziğin üretiminde ne kadar fantastik öğeler kullanılıyor olursa olsun, popüler müzik. Zaten Punk, Disco, Rave, Grunge, aklımıza gelen ne kadar akım varsa, hepsi bir popülerlik, bir toplumsal enerji dalgasını sürerek yükselip düşmüş şeyler. Müzik, bu akımların içinde çok başat bir yerde dursa da; kullanılan uyuşturucudan tutun kıyafet, saç, dilin yeniden yapılanmasıyla oluşan argo gibi bir sürü öğenin arasında bir boyut aslında. Bugün de konserlerin bu kadar boş geçmesinin sebebi bu biraz, konserlerin sunduğu herhangi bir hikaye, herhangi bir deneyim, bir şeyin parçası olma hissi yok. Bunun çok net bir göstergesi bir günde bir sezonluk bağımsız müzik seyircisini ikiye katlayabilen festivaller. İnsanların hala festivallere gidiyor olmasının sebebi, bir hikayeye dahil olabilmeleri, ömürleri boyunca yanlarında taşıyacakları bu hikayeyi arkadaşlarıyla paylaşabilecek olmaları.

Müzisyenlerin kendilerine şu acıklı soruyu sormaları gerekiyor: Yalnızca Cumartesi gecesi dışarı çıkabilen, çalışan ya da öğrenci ve dinleyici olmaktan öte müzikle bir ilişki kurmayan bir insan, birkaç arkadaşıyla beraber dışarı çıktı diyelim. Bu insanlar İstanbul’da Cumartesi gecesi, katılabilecekleri onlarca etkinlik arasından, neden kalkıp da Skysketch konserine gelsinler?

Bu söylediklerimiz yanlış anlaşılmasın lütfen. Tüketim kültürünün doruklarında konumlanan festivallerin süper etkinlikler olduğunu düşünüyor falan değiliz. Aksine, bağımsız müzisyenlerin biraz kendi balonlarının dışına çıkıp olaya dinleyici perspektifinden bakarak, daha alternatif ve sürdürülebilir fikirler üreterek, müziği koca koca festivaller düzenleyen koca koca şirketlerin elinden çekip geri alması gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü, sinik tavırlar, herhangi bir şeyi değiştirmiyor, halihazırda var olan şeyi onaylıyor ve sürdürüyor.

PR başarısıyla müzikal başarının birbirine karıştırılmasından, hype etkisi ile yaratılan başarı illüzyonundan bahsetmişsin yazında. Müzikal anlamda parlak olmayan, hatta pekala başarısız denebilecek projeler de uygun PR sayesinde başarılı addedilebiliyor diyebilir miyiz? Bu durum müziğin dinleyici tarafından algılanışını nasıl yönlendiriyor sence?

PR dediğimiz şey, her şeyden bağımsız bir şekilde düşünüldüğünde, çirkin bir şey olmak zorunda değil. Ancak, içeriğin insanların gözüne sokulan yorumlanmış ve yeniden yorumlanmış haliyle; içeriğin kendindeki “kalitesi” arasındaki uçurum büyüdüğünde ortaya garip bir tablo çıkıyor. Bu garip tabloyla karşı karşıya bırakılan dinleyicinin algısı da zaman içinde yeniden şekilleniyor. Bu arada, dinleyiciler de PR ile beyni yıkanan, kendine ait fikir üretmekten aciz insanlar olarak algılanmamalı, mesele, üretilen işlerle karşılaşmadan önce PR tarafından oluşturulan pozitif bir ön yargıdan sonra işle karşılaşıldığında oluşan “beğenme” ve beğenerek “dahil olma” baskısı. Böylece doğru PR ile, cenazesi otuz sene önce kalkmış bir müzik, nostalji çılgınlığından da beslenerek, bir anda muhteşem bir şey haline gelebiliyor mesela. O zaman da müzikal anlamda sahip olduğumuz en büyük değer, bir kopyanın kopyasının kopyası oluyor. Sonrası, bu yerelleştirilmiş kopyanın alt kopyaları, hiçbir sürdürülebilirliği olmayan bir silsile ve akılda kalmış bir iki tane şarkı. Bizim fikrimize göre, müzik dediğimiz şey, bu değil. Ne olduğunu tam kestiremiyoruz, ama bu olmadığı kesin.

PR, bir grubun ve müziğinin marketten alabileceğimiz bir “ürün” haline getirilmesi için değil de; grubun hikayesini dinleyiciye anlatmak için kullanılabilirse çok daha güzel olacaktır. Güncel bir örnek Radiohead zaten. İletilen mesajı sıfırlayarak, bütün internet varlıklarını ortadan kaldırarak inanılmaz bir dikkat topladılar. Sürekli gelişen teknolojinin toplumsal etkileriyle derdi olan bir grubun böyle bir yöntemle albümlerini duyurması çok akıllıca. PR da, müziğin hikayesinin samimi bir parçası haline gelebilmeli.

Ufukta yeni yayımlayacağınız çalışmalar var mı ve önceki deneyimlerinizden faydalanarak bu defa farklı tanıtım stratejileri izlemeyi düşünüyor musunuz?

Yaz döneminde “Our Faces Go Blank” projesini tamamlamak adına, Personal Space Records ile yayınlamayı düşündüğümüz birkaç parça var ufukta. Çok yeni işler değiller, uzun zamandır konserlerde çaldığımız parçalar. Ama EP’nin tamamlanması açısından kritik bir yerdeler bizim için.

Uzun vadede 2017’nin ilk aylarında yayınlamayı planladığımız albüme odaklanmış durumdayız tamamen. Grupça ürettiğimiz bir hikayeye odaklanan, bir konsept albüm projesi bu. Çok detayına girmek istemiyorum, ama hikaye üretimi sonuna yaklaşmış durumda şu sıralar. Tanıtım için aklımızda bin bir epey heyecanlı tilki dönüyor, ama herhangi bir şey söyleyip de sürprizleri berbat etmeyelim. Diyelim ki, yaz döneminden sonra bir süre bizden pek bir haber alamayabilirsiniz, ama sene sonuna doğru bir şeylerin kokusu çıkmaya başlar muhtemelen.

Benim soracaklarım bu kadar, son olarak sizin eklemek istediğiniz bir şey var mı? Bir de tabii kesinleşmiş konser tarihleri varsa onları da öğrenelim…

Kucaklar dolusu teşekkürler ve sevgiler göndermek istiyoruz ek olarak. Onun dışında söylemek istediklerimizi söyledik zaten. Şu anda kesinleşmiş bir konser yok, olduğu takdirde Facebook gibi çeşitli mecralardan takip edenlerin muhakkak haberi olacaktır. Tekrar teşekkürler ve sevgiler.