Kıyıdan Köşeden: 2018 Ortası Raporu


Günlerin hızına yetişmekten daha zor bir şey varsa o da yeni çıkan albümlerin hızına yetişmek. Ya da tam tersi, onların bize ulaşabilmesi… 2018 önceki bütün seneler gibi bizi zerre düşünmeden akıp gidiyor, ilk yarı tamam gibi. Önümüzdeki dönemeçler ne skorlar getirir bilinmez, musiki kısmı ise bu tempoyla giderse kıyıdan köşeden hep güzel şeyler çıkaracak. İşte bu kıyılara, bu köşelere gidince bizim de gözden kaçırdığımız, belki sadece yazmadığımız “diğer albümler” ortaya çıkıyor. Önce onlara odaklanalım, sonra halihazırda yazdıklarımızdan bir seçkiyle listeyi 18’e vardırıyoruz. Alfabetik sırayla, kayırmadan… Kıssa, hisse…

Al Di Meola – Opus: Caz, etnik müzik ve virtüözlük. Opus‘la ilgili bu üç anahtar kelime ilginizi çektiyse ve perdenin arkasındaki adamla tanışmadıysanız şimdi vaktidir. Alemin en kendine has, kendi halinde caz gitaristlerinden biri Di Meola. John McLaughlin’lerle, Paco de Lucia’larla çalışmış bir isim. Şu sıralarda ise hayatının en mesut dönemini yaşıyor, evli mutlu çocuklu… Ona kalırsa bu haletiruhiye, son çalışması Opus‘a fazlasıyla sirayet etmiş. Üstat bir kez daha -tüm duygularıyla- yaratıcılığının sınırlarını zorluyor, bir nevi janrında kurduğu hakimiyet konusunda malumu ilan ediyor.

Brian Eno – Music for Installations: Yaşayan en çalışkan, en entelektüel müzik ustalarından biri Brian Eno. Kariyerinin başından beri seri üretim çıkardığı albümler, bilhassa kendi elleriyle yarattığı ambient müzik müptelaları arasında baş tacı edilse de yeniler gündemde biraz çabuk sönüp gidiyor. Bunların sonuncusu aslında içerik anlamında yeni de değil, 33 yıla kadar uzanan bir geçmiş var. Ama öyle derleme eser havası da yok pek, belki de Eno külliyatının zamansızlığı sayesinde… 4 dakikadan 44 dakikaya değişen süreleriyle 24 parça, yeni boyutlara, yeni fezalara adım atarken elinizden tutuyor.

The Cinema Show – L’Errante: İki ustanın ardından geldik listenin en çömez ekibine. L’Errante, senenin şimdiye kadar en gizli kalmış cevherlerinden biri. İlk albümlerini henüz yayımlamış, progresif rock türüne pek yeni bir şey katmayan bu İtalyanlar niye bu kadar cazip geldi ben de emin değilim. Belki yaydıkları o sonsuz pozitif enerji, belki de -yorum araklayacak olursam- vokalin tınısının Kazım Koyuncu’yu anımsatmasıdır sebep. Gönlünüzün mühim bir teline ulaşırlarsa kafanızı tekrar tekrar L’Errante‘ye çevirmeniz işten bile değil. The Cinema Show ismi ise aynı adlı Genesis şarkısına gönderme.

Laurie Anderson/Kronos Quartet – Landfall: Lou Reed’in uzun süreli ilham perisi Laurie Anderson’ın avangart müzik içindeki konumu Yoko Ono’nunkinden hem daha oturaklı, hem de daha olgun meyveler veriyor. Seattle’ın Kronos Quartet büyüttüğü çocuğu Landfall, bir felaket albümü. 2012’de New York çevresini tarumar eden Sandy Kasırgası’nda kendine ait birçok şeyi kaybeden Anderson, bu travma öncesinde yazmaya başladığı Landfall’u yeniden şekillendirmiş; kendi deneyimlerini efektlerle, ses kayıtlarına yedirilmiş bestelerle anlatmaya çalışmış. 30 parçalık epik bir albüm çıkmış ortaya.

Oneothrix Point Never – Age Of: Daniel Lopatin’in deneysel elektronik projesi, birçoğumuzun gündemine ilk kez geçtiğimiz senenin en iyi filmlerinden Good Time‘a hazırladığı soundtrack’le düştü. Lopatin Age Of‘la hem geniş kitlelere seslenebilecek, hem de bir o kadar tuhaf, bipolar bir işe imza atmış. Nasıl tuhaflıklar? Mesela kayıttaki en pop şarkının (“Babylon”) ansızın, sanki biri fişi çekmişcesine kesilmesi; Lopatin’in kafasındaki Pixar filminin müziğini (“Toys 2”) içermesi, country müzik icra eden robotların elinden çıkmış gibi duran (“Black Snow”) besteler… Age Of, bir nevi sürpriz ve bilinmezlikler çağının soundtrack’i.

Uniform/The Body – Mental Wounds Not Healing: Alın size ateş ile barut misali bir çiftleşme. Tekinsiz, tuhaf deneysel metal ekibi The Body, sert müziğin geçirdiği bu Judas Priest‘li, Sleep‘li, Gnod‘lu inanılmaz senede şimdiden 2 albüm yayımlayarak yeraltının hakimi oldu. Mental Wounds…‘da işbirliği yaptıkları endüstriyel ikili Uniform ise Brooklyn müzik ortamlarında yeni yeni demlenmeye başladı, ama yollarını daha geçtiğimiz yıl Twin Peaks’in yeni sezonuna düşürmeyi başardılar. The Body onları alt grup olarak konserlerine çağırmış, bu esnada stüdyoya da girip çıkmışlar. Sonuç? Yıkıcı ve hafifçe melodik bir kaos.

Xylouris White – Mother: Nesille nesile müzisyen bir aileden gelen Girit’li lavta ustası Giorgos Xylouris, bir süredir Dirty Three‘den tanıdığımız davulcu Jim White ile işbirliği içinde. Nick Cave’in bir nevi arabuluculuk yapmasıyla tanışmışlar. Üç albümdür doğaçlamaya dayalı besteler ile takipçilerinin aklını alıyorlar. Bir de gayrıresmi üçüncü üye var, prodüktör Guy Picciotto. Kendisi Mother‘ın da arkasında yer alan isim. Müzik Dirty Three’nin Yunan havalı, danslı bir versiyonu gibi; yani tam da bu iki adamdan bekleyeceğimiz şey. Etnik kokulu deneysel müzik seven herkese tavsiye olunur.

Yaya – O Altın Ülkede: Şehir hayatının görkemli yalnızlığına dair bir albüm O Altın Ülkede. Başlıca ilham kaynaklarından biri ise George Orwell’in 1984’ü. Yağmurlu günlerde dinlenmeye fazlasıyla müsait, hüzün ve melankoli had safhada, lakin umut kırıntıları da köşede bekliyor, insanlığın geleceğine dair bir inanç mevcut sözlerde. Zamanımızın süregelen sorunlarının çözümlerini gelecek nesillerin keşfe çıkacağı “altın ülke”de gören bir albüm. Yaya’nın ise ikinci albümü. İlk albüm Bay A’nın Hikayesi 6 yıl önce yayımlanmıştı, bir dahaki buluşmada bu kadar bekletmemelerini umuyoruz.

Halihazırda incelediğimiz aşağıdaki albümlerle bu çok öznel listenin maddeleri 18’e ulaşıyor:

Alex Stolze – Outermost Edge: Outermost Edge, 19. yüzyıldan geleceğe ışınlanmış izlenimci bir ressamın elinden çıkmış bir tablodan müziğe dökülmüş gibi tınlıyor çoğu zaman. Klasikle elektronik arasında, post-pop diyebileceğimiz kendine has bir kulvarda geziniyor. Etkileyici, duygu yüklü ve tümüyle orijinal bir eser.

Anna Von Hausswolff – Dead Magic: Müziği tanımlamak nafile bir çaba: Anna Von Hausswolff‘un müziğini dinlerken sınırsız sayıda ilham yakalayabilirsiniz. Genele yönelik en kolaycı ve işlevli tanım olarak “cenaze pop’u” tabiri kullanılmış. Bildiğimiz anlamıyla korkuya yer yok, belirsizlikten doğan yepyeni bir büyü var.

Beach House – 7: Bu albümdeki müzikler huzursuz bir trip yaşayan rüyalar için bestelenmiş. Eğer 7, elinde ne var ne yoksa birbirine katıp sentez yapan bir rüyaysa ortada “oluvermiş” bir kaos değil, titizce hazır edilmiş bir seçki var. Bir dream pop grubu için oldukça doğrudan bir karar olsa gerek rüyalarda keşfedilenleri derlemek.

Dirtmusic – Bu Bir Rüya: Vizyon geniş, müzikteki işçilik ince, sound ise en akla gelen tabirle “sinematik” ve cayır cayır yanıyor. “Bi De Sen Söyle” sergüzeşti başlatmak için güzel bir tercih, ilerleyen 40 dakikada ise klişe bir film izlemiyor oluşumuzun sevincini yaşıyoruz. 7 sahnesi boyunca sürprizlere açık, yenilikçi ve oldukça politik bir film bu.

Efrim Manuel Menuck – Pissing Stars: Godspeed You! Black Emperor emektarı Menuck‘un müziğine kendi deneyimlerinden kattığı, ketum ama ketumluğunda samimi bir boyut var; bestelerin gücü de buradan geliyor aslında. Gökteki yıldızların bize sunduğu büyülerin sınırı olmasa gerek.

Gazpacho – Soyuz: Grup farklı hayatların, hikayelerin bir kesişim kümesini çıkarmaya çalışmış. Fazlasıyla izlenimci, nota vuruşu olarak biraz ambient, biraz post-rock hisler veren bir iş çıkmış ortaya. Her zamanki kadar melankolik, her zamanki kadar düşünceli ama bir o kadar da hayat aşılıyor temas halinde.

GoGo Penguin – A Humdrum Star: Minimalist kabuklu, lakin inanılmaz boyutlarda hareket eden gizemli bir şeyler mevcut 50 dakika boyunca. Bu gizemin içindeki şey, karamsar bir hüzün değil; meraklı bir hüzün. Manchester’dan uzaya gönderilmiş maceraperest bir sinyal.

Islandman – Rest in Space: Bundan neredeyse 10 yıl önce Tolga Böyük önderliğinde kurulan Islandman için zafer vakti geldi: İlk stüdyo albümleri Rest In Space, taşıdığı ninni atmosferiyle çok boyutlu, zamansız bir huzur matemi adeta. Böyük’e davulda Eralp Güven, synthesizer ve gitarlarda ise Erdem Başer eşlik ediyor.

Ty Segall – Freedom’s Goblin:  “Rain”in verdiği acı-tatlı hissiyat da burada, “Despoiler of a Cadaver”ın yerinde zıplayan diskosu da, “And, Goodnight”ın epik gitar serüvenleri de. Bütün bunlar içinde bir çeşit bütünlük hissetmemizin şimdilik izahı yok. Bazı güzel şeyler böylece gelişiveriyor işte.

Wooden Shjips – V: Bestelerin ve riff’lerin üstüne bilinç akışı yönteminin serpiştirilmesiyle ortaya çıkıveren bu uzay sergüzeşti, verdiği “stoner” hissiyatla Sleep‘in geçtiğimiz günlerde yayımlanan müthiş -ve sert- albümü The Sciences‘ın pop’a meyletmiş bir versiyonu gibi.